Gitmesi ayrı bir heyecan, dönüşü ayrı bir heyecan.
İstanbul’a bu seferki gidişim tam da yeni yıl öncesine rastladı.
Annemi, arkadaşlarımı özlemiştim. Bitirmem gereken bir inşaat vardı önümde.
Görmek istediğim bir dolu yeni mekan ve galeri…
Londra’yı karlar altında ve buz gibi bırakıp gittim İstanbul’a.
İstanbul’u da güneşli mi güneşli, pırıl pırıl, sıcacık bir kış gününde geride bıraktım.
Şehre adımımı atmamla İstanbul taksileriyle mücadelem başlamıştı bile.
Yoksulluk, eğitimsizlik o görkemli, kocaman havaalanından dışarı çıkar çıkmaz insanın yüzüne çarpıyordu aniden.
Şehir adeta ben stres içindeyim, yoksulum, canım sıkkın, mutsuzum, tahammülüm yok kimseye diye haykırıyordu.
İstanbul’a en son üç ay önce gelmiştim. Yılbaşı heyecanı vardı şehirde, trafik canımdan bezdirmişti bile çoktan… Birde şu cümle: "Abla yılbaşından sonra zam gelecek, şimdi al."
Özlemiştim uzun bebek sahili yürüyüşlerimi. Kendimle baş başa kaldığım en zevkli zamanlardır bu yürüyüşler. Elimde gün aşırı fiyatı artan kahvemle şehri içime çeke çeke yürüdüm.
Yürürken sorular sorarım kendime hep. Bu dünyaya gelme nedenimden tutun da bu hayatta başka neler yapmak istediğime dair. Ama aklıma hiç gelmemişti bu sorunun yanına “Benim neye ihtiyacım var?” diye sormak. Ama artık soruyorum. Öbür tarafa gitmeden cevabını da bulabilirsem huzurla giderim artık.
İstanbul’dan dönerken hep şunu fark edıyorum: ben bu şehre bağlanmaktan korkuyorum.
Beni içine çekip bırakmayacakmış gibi geliyor. Evlere, şehirlere, insanlara bağlanmak istemiyorum ben. Garip geliyor aslında bunu söylemek. Bu kadar insan özleyen, alışkanlıklarını tekrarlamaktan hoşlanan biri korkar mı bağlanmaktan. Korkuyorum işte…
Bağlanmak aslında beraberinde ya terk edilirsem korkusunu da taşırmış… Düşünüyorum benimki de öyle mi diye… Kim bilir belki!
İstanbul’da en sevdiğim şey yine yeni insanlarla tanışıp, onlarla sohbet etmek oldu. Hele bir de o sohbeti derinleştirip, o samimiyeti yakalayabildiğim anlar var ki… İşte onlar unutulmazdı. Ama buralarda, annemin tabiriyle, ‘elin evinde’ zor işte bunu yapabilmek.
Onun için de en çok kendi memleketlinle zaman geçirirsin. Üstelik bu sadece bize de mahsus değil, pek tabii Fransızı da, İtalyanı da, Arabı da böyle.
Londra'da neredeyse semtlerin bile milliyeti var. South Kensington, Marleybone Fransızların bölgesidir, onlar Fransız okullarının etrafına yerleşirler. Ortadoğulular büyük alışveriş merkezi Harrods çevresine, Ankaralılar pek sever Richmond etrafını, İstanbul zengini de Chelsea’yi… İranlıların çoğu da Kensington’da.
Oysa İstanbul öyle mi, her köşesinin dilini bilirsin. Geçmişin kucaklar seni tanıdık, bildik anılarla. Yürürken bir arkadaşını görüp selam verir, kucaklarsın, aylar sonra kaldığın yerden devam edebilirsin sohbetine.
İşte Celin’le de öyle karşılaştım!
"Bebek’te 'Jar' diye bir yer var" dedi arkadaşım Pınar. "Minicik, sağlıklı yemekler yapan bir yer, seversin hadi orayı da gör" dedi.
Ağırlıklı ketojenik beslenenler buradan yemek ısmarlar, kilo vermeye çalışırlarmış.
Celin’i ajans yıllarından tanırım; güzelliği kadar sıcacık gülüşünü hep sevmişimdir. Geçen yıllar içinde üç çocuğu olmuş. Hatırlarım hep inceydi ve spor yapardı. Şimdi, sağlıklı beslenme alışkanlığını işe çevirmiş. Çok mutlu gördüm onu. Aslında yaptığı sadece sağlıklı beslenme yeri gibi de değil; biraz networking alanı gibi de olmuş.
Küçücük mekanda kimler vardı kimler. “Bak seninle kimi tanıştıracağım” deyip arkadaşlarını dışarı yanıma taşıdıkça dünyanın en mutlu insanı ben oluyordum.
Reeder’ın kurucusu Sezen Saral’la orada tanıştım. Müthiş bir iş kadını. Muhtemelen siz biliyorsunuzdur ama ben yeni öğrendim; bir cep telefonu markası var.
Sonra “Merhaba Zuhal” diyen bir ses daha: İlker Çağlayan, “Habit” in kurucularından. Yıllar önce tanışmıştık. O da yaptığı işte çok başarılı olmuş. Sağlıklı beslenme, fonksiyonel tıp ile ilgili. Vücudumuzun önemli organlarından biri olan bağırsaklarımızın niye bu kadar önemli olduğunu çok güzel anlattı. Çok ilginçti söyledikleri. Youtube videolarını izlemeye başladım bile…
İşte bu İstanbul’a bayılıyorum. Benim İstanbul’um bu… Bu zenginliği çok seviyorum. İnsanların birbirini bulunca kalpten konuşabildiği İstanbul’u.
Daha bitmedi anlatacaklarım… Yeni yıldan önce, sevgili arkadaşım Ayşe Cemal’in evinde tanıştığım Müjde Mısırlı Zoto, İstanbul'un bana hediyesi oldu bu seyahatimde. Yıllarca meslektaş olarak iletişim sektöründe çalışmışız meğer. İletişimin duayeni Necla Zarakol’da çalışmış uzun yıllar. Çocuğu olduktan bir süre sonrada kendini hamurları şekillendirirken bulmuş. Şimdi MUJ adında bir markası var. Şahane porselen bardak, tabak ve aksesuarlar yapıyor.
Ben markayı ilk Bebek’teki Envai mağazasında gördüm. Hep merak ederdim kim bu markanın yaratıcısı diye… İşte o kadın o gece karşıma çıktı.
Hemen sözleşip sohbet etmeye karar verdik. Bana markanın öyküsünü anlatınca “vay be” dedim. Ne kadar güzel girişimci olabilmek, hayallerinin peşinden gidebilmek. Yanımda onca insan çalıştırıp katma değer yaratabilmek.
Benim yürüyüşte kendime sorduğum soruların cevaplarını da bulmuş bir ruh Müjde. Yüzünde de markasının tasarımlarında da o netlik ve huzur var zaten. Hadi MUJ, dünya markası olmaya da adım at…
Yıllardır kendisiyle Instagram’dan haberleşiyorduk, yüz yüze tanışmamıştık. İşlerine olan hayranlığım Paris’teki LV Louis Vuitton sergisinde başlamıştı. Gayet politik duruşu olan işlerdi. Sonra bir kez de Londra’da gördüm işlerini. Kendisini de insan olarak merak ediyordum. Ayvalık'ta yaşıyor. “Ben haftaya İstanbul’a geleceğim, vaktiniz varsa kahve içelim” deyince çok mutlu oldum. Tanıştığımızda sarıldık birbirimize, “işte enerji bu” dedim kendi kendime. Yıllardır görmediğim bir dostumu görmüş gibiydim.
İhsan Oturmak Diyarbakır'da büyümüş, 10 yaşına kadar Türkçe konuşmayı ne o ne ailesi biliyormuş. Yaşadıkları köyden göçünce öğrenmiş okuma yazmayı. “Dersleri anlamadığım zaman resim çizerdim ben” diyor. “Annem benim öğretmem olmamı istedi ama baktı ki güzel resim çiziyorum bana destek oldu. Sanat okudum, sonra gelip İstanbul'da Marmara Üniversitesi’nde de okudum." IKSV’nin desteğiyle Paris’te misafir sanatçı programına katılmış. Royal Academy of Art’tan tutun da Art Basel gibi uluslararası sergilerde eserleri yer almış.
O kadar güzel bakan kalbi ve gözleri var ki, Mart’taki sergisine koşarak gideceğim.
İşte bir İstanbul daha arkamda kalırken kısaca yaşadıklarım bunlar, yazdıklarım ve yazamadıklarımla…
Londra soğuk ama heyecan verici. Önümde gideceğim sergi listesi ve toplantılarım var. İşe gitmeyi özledim. Salı günü büyük bir toplantım var, iple çekiyorum. 30 yıl önce buralara gelmiş ve çok başarılı olmuş, etnik pazara mal dağıtan bir şirketin kurumsallaşma sürecini çalışıyoruz. Şahane insanlar var burada.
Onları daha yakından tanımak ve başarılarına minik de olsa katkı sağlayabilmek beni mutlu ediyor.
Tekrar kavuşmak güzel… Kalın sağlıcakla…