Noel ve yeni yıl bütün enerjisiyle Londra'yı sardı. Şehir, yeni Omicron varyantı atağından nasibini almış olsa da insanlarda artık şu his var: "Ne olacaksa olsun artık! Biz hayatımıza devam edeceğiz!" Galiba ben de 'booster' aşımı olduktan sonra o havaya girdim.
Maskesiz asla dolaşmasam da restoranlara, konserle gitmeye, galerileri gezmeye başladım.
Hayatımı pandemi öncesi günlerdeki gibi ama maskeyle sürdürmeye devam ediyorum yoksa hayat çekilmez bir hâl alacak.
Üstelik Bill Gates'in "2022'de bu iş biter" demesinden sonra iyice bir rahatlık geldi üstüme niyeyse… Onu bu işte otorite görüyorum galiba.
Geçen akşam İngiliz arkadaşımın yemek teklifine tam da bu ruh halindeyken evet dedim ve kendimi "Lemonia" adlı Yunan lokantasında buldum.
Kocaman bir restorandı burası, içi de tıklım tıklım doluydu. Masamız, yan masayla o kadar yakındı ki yerime oturmadan selamlamak zorunda kaldım insanları. Belli ki eski bir aile lokantasıydı burası. İçeride bol yeşillik vardı; bana bir an İtalya'daymışım hissi geldi. Garsonları da oldukça yaşlıydı.
40 yıllık bir mazisi varmış meğer buranın. Sempatik garson, servise başlamadan muhabbete başladı benimle. Türk olduğumu anlayınca da şakalar gece boyu devam etti. Ne kadar ortak yemek kültürümüz. Menüde tarama, humus, tabule, karides, tahin, cacık, kalamar, hellim, dolma, meze tabağı vardı. Yemekler de ayrıca çok lezzetliydi.
Arkadaşım bir süre sonra bana "Hadi o zaman sen de beni bir dahaki sefere bir Türk lokantasına götür." dedi. O günden beri işin rövanşını düşünüyorum. Neresiydi benim Londra'daki favori türk lokantam. İstanbul'da olsam hemen bir çırpıda aklıma gelirdi yerler.
Benim en sevdiğim lokanta her zaman (şimdi kapanmış olan) Şemsa Denizsel'in lokantası Kantin oldu.
Sonra Hünkar ve Borsa. Tabii son dönemlerde gittiğim Seraf da yeni favorilerimden.
Ha Musa Dağdeviren in Çiya'sı var… Bir dakika ya Karaköy Lokantası var asıl. Belki aklıma şimdi gelmeyen birkaç yer daha… Peki ya Londra'da?
Eskilerden Sofra geldi aklıma… Ama artık hiç gittiğim bir yer değil.
Bir iki kez Levent Büyükuğur'un açtığı mekanlara gittim. Her gittiğimde de beğendim aslında.
Özellikle Barboun'da kahvaltı etmekten çok zevk aldım… Bana Türkiye'deki kahvaltıları yaşattı. Ama ben Londra'nın batısında oturduğum için Shoreditch taraflarına kahvaltıya gitmek pek de aklıma gelmiyor açıkçası. Zaten araya giren Covid-19 da karbon salınımımızı giderek azalttı. Daha yakın yerlerde olmayı tercih etmeye başladık.
Soho'da Civan Er'in açtığı "Yeni" var. Gayet sofistike Türk yemekleri yapan bir yer. Civan'ın yemeklerini hep çok beğenirim, onun o cool havasını da… Ama mesela yaptıkları tencere yemeği değildir. Civan'ın yorumladığı yemeklerdir; yemeye doyamazsınız.
Bir de Mayfair'de Grosvenor Otel'in yanında Umut Özkan'ın açtığı Rüya adlı restoran var.
Colin ve Umut'un ortak yorumuyla Anadolu yemekleri var menüde. Dekorasyonu ve yemeklerin sunumu gayet şık. Ama burayı Türk yemeğinden ziyade 'yorumlanmış' bir mutfak olarak görüyorum. Ayrıca fazla şık. Ben biraz daha salaş yerleri seviyorum sanırım.
Fakat Civan Er Yeni'de bu Türkiye hissine ulaşmayı başarmış.
Lokantanın ortasındaki odun fırınının ödünde onu yemek yaparken izlemek bile büyük zevk.
Geçen gün yazı için düşünürken aklıma takıldı Civan'ı aradım sordum: "Sence niye Londra'da bizim tencere yemeklerini yapan iyi bir yer yok?" Dedi ki "Türkiye'de bile az. Türk müşteri evde yaptığı yemeği restorana gelip yemek istemiyor. Ancak öğlen saatlerinde esnaf lokantalarına giderler. Eğer iyi bir tencere yemeği yapacaksan da sebzesi falan taze olmalı. Buralarda taze sebze bulmak da zor. Türkler genelde daha yorumlu yemek tercih ediyor, ona para ödüyor." dedi.
Civan diyorsa doğrudur diye düşündüm ama bir başka şef arkadaşıma daha sormak istedim.
Aynı soruyu yeni açılan ZAHTER'in şefi, pek sevgili arkadaşım Esra Muslu'ya da sordum.
Esra şu ara çok telaşlı… Niye mi? Harika bir lokanta açtı, hem de Londra'nın göbeğinde… Nasıl telaşlı olmasın! Hem restoran açılışı, hem mutfak hazırlıkları zor iş. Ama o kadar mutlu görünüyor ki, dans eder gibi yürüyor hâlâ restoranda.
Esra dört yıldır hayalini kurduğu lokantayı sonunda Soho'nun ortasında açtı. Üç dört katlı bir yer. Covid'den önce kiraladığı yere şehir kapalıyken gidip birlikte bakmıştık. Geçen hafta da nihayet açıldı restoran. Valla ben bile çok heyecanlandım ne yalan söyleyeyim.
Bu dönemde böyle büyük bir yatırım riskli işti aslında. Ama risk almadan da iş yapmak mümkün değil tabii. Üstelik Esra daha genç… Hayalleri var. Tutkulu, işine aşık. Restorandaki her şeyi Türkiye'den taşıdı. Tabaklarını özel yaptırdı. Her şey onun için buraya özel yapıldı. Şahane bir ekip kurdu. Hepsi çok genç, büyük enerjiyle çalışıyorlar.
Menü de çok güzel. Pazar günleri kahvaltı da olacak. İlgimi en çok bu çekiyor: Pazar kahvaltıları… Menüyü de sürekli değiştirecek. Her gittiğimizde yenilikler bulacağız. Personel yemeğini de menüye ekleyecek. Yaşasın! İşte o tam anne yemeği gibi olur.
Ben açılışı ilik ve pancar salatası ile yaptım. Aman efendim ne lezzet! Valla abartmıyorum. Çok çok iyiydi. Üstüne de sütlaç. O da mükemmeldi.
"Restoranın adı niye Zahter?" diye sordum. Dedi ki; "Zahter bir tür kekik. Etlere, balığa çok yakışıyor, kuvvetli bir tadı var… Ben de çok severim."
"Peki senin mutfağında Türk yemekleri mi olacak, yoksa yorumlu yemekler mi?" diye sordum. "Mutlaka her şef bir yorum yapar. Tencere yemekleriyle rekabet zor. Herkes annesinin tencere yemeğini sever, arar… Onun için ben benim sevdiğim ve bu pazara uygun olduğunu düşündüğüm menü ile ilerleyeceğim." dedi.
Esra İngiltere'ye yıllar önce üniversitede okumak için geliyor. Şimdiki işi ile ilgili olmayan bir konuda eğitim alıyor: kostüm tasarımı.
Yemeğe meraklı ev arkadaşının da etkisiyle yemek yapmaya merak salıyor. Ama zaten çocukluğundan beri ailesinin de yemek yapmaya ilgisi varmış.
Sonra ver elini Avustralya diyor ve beş yıl boyunca orada şef olmak için kalıp okula gidiyor.
Niye Londra değil de Avustralya dediğimde dünyanın iyi mutfaklarının oradan çıktığını söyledi. Okul bitince İstanbul'a dönüp kendisinin de ortak olduğu lokantaları açıp şeflik yapmaya başlıyor.
Eminim çoğunuz bu lokantalara ya gittiniz ya da isimlerini duymuşsunuzdur: Bebeköy, Unter, Backyard, Auf, Nuteras gibi pek çok yeri açıp işletiyor. Bir süre sonra da İstanbul'da o dönem açılan Soho House'un da baş şefi olarak 3-4 yıl çalışıyor. Sonra da Soho House Shoreditch'i açmak için 'head chef' olarak Londra'ya geliyor.
Daha sonra meşhur Ottolenghi de ünlü şef Yotam Ottolenghi ile çalışıyor ve Islington'da Ottolenghi açıyor.
Esra da bütün şefler gibi artık kendi restoranını açma zamanı gelince de hayalini kurduğu Zahter'i açmak için kolları sıvıyor.
Yotam ve ekibi ise Esra'yı bu yolculuğunda hiç yalnız bırakmıyor. Çok az Türk patronun vereceği desteği, Yotam müthiş bir bonkörlükle Esra'ya verip başarısı için çalışıyor.
Yotam Ottolenghi ile yıllar önce bir davette tanışıp kendisine hayran kalmıştım ama Esra anlattıkça gözümde daha da büyüdü.
Büyük insanlar hiç küçük davranmıyorlar. Esra da şanslıymış doğrusu.
"Esra peki 5 yıl sonra neyi hayal ediyorsun?" diye sordum.
"Yemek kitaplarım olacak, sonra da kendi ürettiğim turşuları, baharatları satacağım…" dedi.
Ne güzel, inşallah hayallerin gerçeğe dönüşür. Ben de arkadaşımın başarılarına tanık olurum.
Kararımı verdim İngiliz arkadaşımı peş peşe bir-iki restorana götüreceğim. Kararı o versin: Türk yemekleri mi yoksa Yunan mutfağı mı?
Kalın sağlıcakla…