Geçen yıl Ekim ayından sonra ilk defa Türkiye'ye gidebilmenin heyecanını yaşıyordum... Benim için artık FaceTime sohbetlerinden bıkıp anneme sarılarak hasret gidermek istediğim bir dönemdi.
Covid döneminin getirdiği kapanmayı, ev inşaatı ve taşınmayla geçirmiştim. Bedensel yorgunluğun yanı sıra psikolojik yılgınlık da iyice tavan yapmıştı.
Tam bu dönemde Türkiye'ye gitmek bana ilaç gibi gelecekti.
Sevdiklerimle hasretim bitecek, biraz güneş görüp harika bir tatil yapabilecektim.
İnsan çok isteyince gerçekten oluyor galiba... Öyle de oldu.
Benim iki kız kardeşim var: Zerrin ve Berrin. Annem ve babam isim koyarken o dönemin kafiye modasına uymuşlar sanırım. Zerrin diş hekimi, Amerika'da yaşıyor. Berrin, TV ve radyo programları hazırlayıp sundu. Ailemizin sanatçısı. Hem tiyatroda hem dizilerde oyunculuk yaptı.
Biz Ankara'da büyüdük, aynı okullara gittik, birlikte güle eğlene büyüdük. Birbirimize çok düşkünüz. Hayat zaman içinde üçümüzü de farklı geliştirip yoğurdu. Şu an en ortak özelliğimiz birer tane olan çocuklarımıza ve birbirimize olan düşkünlüğümüz sanırım.
Ben en büyük olmanın getirdiği durumla hep ağır abla oldum. Ablalık ve annelik arası bir yerdeydim anlayacağınız :) Kendimi hiçbir zaman onlar kadar eğlenceli bulmadım. Ne yalan söyleyeyim, özenmedim de değil.
Bu tatildeki büyük aile buluşmasında da bunu iyice anladım. Araya giren Covid ve onun yarattığı psikoloji hepimizi çok farklı etkilemişti. Bu büyük buluşma biraz da bana eski günleri, kardeşlik kavramını ve onun içindeki pek çok duyguyu yeniden yaşattı. Neyse şimdi bu konulara girmeden tatilimden bahsetmek isterim.
Amerika'da yaşayan kardeşim Zerrin, üç yıl aradan sonra nihayet Türkiye'ye gelebildi.
Elinde uzun bir yapılacaklar listesiyle… Kimleri göreceğini, nerelere gideceğini, neler yiyeceğini planlamış. Dönerken de listenin ancak dörtte birini yapabilmenin üzüntüsüyle, söylenerek döndü.
Aslında ben de çok farklı değildim. Arkadaşlarımı özlemiştim. Gitmekten keyif aldığım yerler vardı.
Her birine tekrar uğrayıp, sonra yeni açılan yerleri görmek ve sırayla Türkiye özlemimi yatıştırmak istiyordum.
İstanbul'a gider gitmez ilk yaptığım şey, benim için bir İstanbul klasiği olan Kıyı Restaurant'a gitmek oldu. Kıyı, çok sevdiğim lakerda ile buluşma yeriydi benim için. Her zaman masa bulmak için uğraştığım lokanta, (Covid nedeniyle azaltılmış masaların etkisiyle) boştu. Lokantanın sahibi Bay Yorgi müşterilerinin çoğunun Covid'den dolayı uzun süredir Bodrum'da yaşadıklarını söyledi. Bu durum onları da haliyle etkilemiş.
Özlem gidermek için aradığım arkadaşlarımın çoğu da ya Bodrum'da ya da başka bir sahil kasabasında buldum. Ne yalan söyleyeyim onları buluşamayınca da azıcık bozuldum. Çoğunu göremeden dönmüş oldum.
İstanbul, verdiği göçe rağmen, garip bir şekilde boş değildi. Şehirde bambaşka bir kalabalık vardı. Komşu ülkelerden gelmiş yabancı plakalı araçlar caddeleri doldurmuştu. Alışveriş merkezleri Azerbaycanlı, Rus ve Arap müşterilerle dolmuştu. Belli ki Covid nedeniye turist ancak bu bölgelerden gelebilmiş. Konuştuğum esnafın çoğu gelen profilden maddi olarak mutlu olmanın yanı sıra gözlerinin bir ucuyla Avrupa ülkelerinden gelecek turistleri arar gibiydi.
İkinci durağım yine bir İstanbul klasiğim olan Kapalıçarşı oldu. Bayılırım o renk cümbüşüne girmeye. Gümüş ev eşyaları ve aksesuarlar yapan meşhur Nişan Usta'yı buldum. Yaşından dolayı sağlığından endişeliydim; dükkanına korkarak gittim, çok şükür iyiymiş. Onun yaptığı gümüş objelerden satın almak beni her seferinde mutlu eder.
Benim için sadece zanaati ile değil aynı zamanda sohbetiyle de özel olan mücevherci Garbis Usta dükkanını kapatmış. Artık mesleğini bırakmış. Yerine gidip onu bulamayınca hemen aradım. "Nerdesin Garbis sen?" dedim. "Artık emekli olmayı hak ettim Zuhal, Covid de bunu hızlandırdı" dedi. Onsuz Kapalıçarşı biraz yavan kaldı. Her gittiğimde takılarına bakmak, ondan azıcık istanbul dedikodusu almak hoşuma giderdi. Kim evleniyor, kime ne takı hazırlıyor ballandıra ballandıra anlatır. Ayrı bir renktir Garbis. Ismarladığı tost ve çaylar da cabası.
Kapalıçarşı'nın meşhur kumaşçısı Murat Daniş'e uğramadan dönmek olmazdı. Zaten ev için almam gerekenler de vardı. Oraya gitmek, resim galerisine gitmek gibi bir şey. Dayanamayıp kocaman bir top kumaşla çıktım oradan.
Sonradan anladım ki taksi bulmak o cuma trafiğinde çok zor. Bulsam da taksinin o trafikte dururken atan taksimetresine kalbim dayanamayacak.
Ben diyeyim 20 siz deyin 10 kilo torbayla eve dönüş maceram böylece başlamış oldu.
Kendimi "Pardon 4.Levent'e nasıl giderim acaba?" diye sorarken buldum. Laleli metrobüs, tramvay derken büyük bir yorgunlukla kendimi eve ulaştırmayı başardım.
Beni tanıyanlar bilir, yeni insan tanımaya meraklıyımdır. Hele gençlerle tanışmayı da ayrıca çok severim.
Bu İstanbul seyahatimde harika, genç bir takı tasarımcısı ile tanıştım. Adı Dilhan Hanif. O da benim gibi Londra'da yaşıyor. Takı tasarımı okumuş. Çok iyi okullardan mezun. Annesi arkadaşım Dilek Hanif tanışmamıza vesile oldu. Şimdi onun Londra'ya dönüşünü dört gözle bekliyorum. Zira yarattığı takı markası için birlikte neler yapabileceğimize bakacağız. Ben gençlerle çalışmayı her zaman çok sevdim. Heyecanlı ve üretkenler ve bizim jenerasyondan çok farklılar. Onlardan çok farklı şeyler öğreniyorum, böylece kendimi tekrarlamıyorum.
Londra'da yaşayan çoğu Türk, daha tatile başlamadan dönüşle ilgili kaygılıydı. O günlerde Türkiye, İngiltere'nin seyahat kurallarına göre kırmızı listede olduğu için dönüşümüz ya Londra'da 10 gün boyunca bir otel odasında olacaktı ya da başka bir sarı ya da yeşil renkli ülkede 11 gün kalıp ancak öyle dönebilecektik İngiltereye.
Bu dönemde en büyük desteği kurulan WhatsApp gruplarından aldık. Resmen hayat kurtardı bu gruplar. Nasıl güzel bir dayanışma anlatamam… Kim nerden nasıl dönüyor? PCR testi en ucuz nerede yaptırılır? Çocuklara aşı gerekli mi? Arnavutluk'tan mı yoksa Karadağ'dan mı dönersek daha ekonomik olur? Tüm bu bilgiler hızla ve güncel tecrübeyle paylaşılıyordu. Aynı şeyler yüzlerce kez yazılıyor ve yenileniyordu. Seyahatin verdiği stresle başı sıkışan herkes sorularını bu gruba yazar yazmaz, diğer insanlar sanki call center çalışanı gibi hemen devreye girip her türlü yardımı yapıyordu. Bu müthiş grup hayatımızı değiştirdi. Akıl edip kuranlara buradan yüzlerce kez teşekkür ederim.
Uzun süre bekledikten sonra anladım ki Türkiye kırmızı listeden çıkamayacak; kız kardeşim Berrin'le Fransa üzerinden dönmeye karar verdik. Biraz pahalı bir rota olacaktı.
Ama şöyle düşündüm; "Kaç senedir seyahat edemiyorsun, e zaten Paris'i de seversin, galeriler, güzel yemek ve şarap... e daha ne olsun. Hem dönüşte de Heathrow Havaalanı eziyeti yok. Eurostarla paşa paşa dönersin."
Hemen seyahat şirketi olan arkadaşım Ayşe Yağcı'yı aradım. Bana harika bir plan yaptı. Ona sadece 11 günün tamamında Paris'te kalmak istemediğimi söyledim. Gerisini ekip arkadaşı Yonca Hanım gayet güzel hazırladı. Seyahatlerde iyi otellerde kalmak ve farklı yerleri keşfetme isteğimi onlar zaten bilir.
Bana şahane bir Burgonya Bölgesi planı hazırladılar. Kaldığım her otel eski bir şatoydu. Mevsim itibariyle de çok yoğun bir zaman olmadığı için gayet güzel ağırlandık. Bu eski şatoları ayakta tutabilmek çok masraflı. Şatoların sahipleri genelde bu mekanları butik otellere çeviriyor.
Çoğu Relais&Chateaux zincirine üye bu oteller genelde tarihi binalar ya da büyük köşkler oluyor. Aileler tarafından işletilen bu oteller verdikleri özel hizmet ve kaliteli yemekle dünyanın her tarafından müşteri almayı çekebiliyorlar. Türkiye'de yanılmıyorsam sadece Kapadokya'daki Museum Hotel bu zincire üye.
İki kardeş Paris'ten aracımızı kiralayıp beş gün bu bölgeleri gezdik. Tabiat bu bölgeye çok cömert davranmış. Olağanüstü yeşil ve bereketli. Ay çiçeği tarlaları ve asma bahçeleri... Adeta topraktan bereket fışkırıyordu. Biz ara sıra bize verilen programı bozup yerel ve otantik yerler bulduk, minik köyler keşfettik. Bu seyahatin en unutulmaz yerleri ise ikimiz için de aile lokantaları oldu.
Benim gibi yemek yemeyi seven biri için Fransa'nın köyleri cennet. Tatil boyunca aldığımız kilolar ve giderek ağırlaşan bavullarımızla artık dönme zamanı yaklaşmıştı. Paris'e döndüğümüz gece içimize çöken hüzünle birlikte artık bir an önce evimize ulaşabilmek istiyorduk.
Bu zorunlu tatil durumu Londra'da yaşayan bütün Türk aileler için yeteri kadar stres yaratmıştı. Hem ekonomik olarak hem de seyahatin getirdiği prosedürler yüzünden.
Boris Johnson bu işi ne kadar iyi yönetti tartışılır. Bunca Türk kırmızı liste ülkeden geliyoruz diye gereksiz yere bu paraları İngiltere dışında harcadı. Oysa burada evi olanlar gelip çok rahat bir şekilde evde karantina yapabilirdik. Neyse bir bildikleri vardır deyip konuyu kapatmak istiyorum. Döndükten kısa bir süre sonra da Türkiye kırmızı listeden çıktı. Artık rahatlıkla gidip gelebileceğiz.
Bu zorunlu tatil, sadece tatil olmanın dışında kardeşimi tekrar keşfetmem için bana da iyi bir fırsat oldu.
Kalın sağlıcakla…
Meraklılar için otellerin ve acentenin linkleri paylaşıyorum…