‘Meşru müdafaa’ sohbet ortamlarının baş gediklisi olarak, muhabbet konularının başında gelir. Onunla ilgili olarak herkesin kulaktan dolma düzeyinde de olsa, mutlaka bilgisi vardır. Bir iddia olarak cazibesi yüksek bir kavramdır ve yerli-yersiz ileri sürüldüğü bir çok tartışmaya renk katmışlığı vardır.
Halk arasında neden bu kadar muteber olduğunu anlamak için kâhin olmak gerekmiyor. Küçük dünyalar içinde kurnazlık sanatı olarak görülür. Çünkü, ortalama hukuk bilgisinden uzak insanlar nezdinde ‘meşru müdafaa’, hapis cezasından kurtulmanın ilk akla gelen savunma biçimidir.Hukuk ilmini alanlar ise ‘meşru müdafaa’yı kolayca dillendirmezler, üzerinde çok düşündükten sonra, santrançtaki şah-mat kesinliğinde ileri sürerler.
Öyle ki, en kıdemli ağır ceza hakimleri bile, ‘meşru müdafaa’nın varlığından emin olmak için, ceza kanununda onu düzenleyen maddeyi her defasında ve defalarca okuma gereği duyar.
Diyarbakır’da polis sevgilisi Merve Ünal’ı öldüren polis Muharrem Yılmaz’ın ileri sürdüğü ‘meşru müdafaa’ talebi de, benzer nedenlerle beyhude çaba olarak kalmış.
Sanık Yılmaz’ın, Merve Ünal’ı öldürdükten sonra ona ait tabancayı eline tutuşturup üç el ateş ettiğini ve teslim olduktan sonra da “Beni öldürmek istedi, silahımla kendimi savundum” diyerek, meşru müdafaa koşulları yaratmak istemiş.
Mahkeme ise, Merve Ünal’ın daha önce katıldığı silah eğitiminde hedef kâğıdındaki atışlarını dikkate almış. Aynı odada tartıştığı Muharrem Yılmaz’a üç el ateş etmesine rağmen onu vuramamış olmasının imkânsız olduğunu ve bu durumun hayatın olağan akışına ters bulmuş.
Yani, sanığın kendi silahındaki bütün mermileri ateşleyip Merve’yi öldürdükten sonra, Merve’nin kendi silahını eline tutuşturup ateşleyerek, meşru müdafaa izlenimi vermeye çalıştığına kanaat getirmiş, hem de oy birliğiyle.
O nedenle, ‘meşru müdafaa’nın uzaktan gözüken çekiciliği aldatıcıdır. Onun varlığından söz edebilmek için, birden fazla koşulun olması ve bunların hepsinin aynı anda gerçekleşmesi gerekir.
Bu koşulların ne olduğu sorusu da, başka bir yazının konusu olsun.
Büyük ölçekli ihaleleri kazanmakla meşhur olan ve bu nedenle gerek köşe yazarları, gerekse sosyal medya paylaşımlarında sık sık eleştiri konusu olan Cengiz Holding'in sahibi Mehmet Cengiz, Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil'e 1 milyon liralık manevi tazminat davası açtı.
Tahmin edileceği gibi tazminat davası açmasının nedeni, Özdil’in bir yazısında kullandığı ifadeler olarak gösterildi. ( https://www.sozcu.com.tr/2022/yazarlar/yilmaz-ozdil/garanti-kazanan-adayimi-acikliyorum-7073105/ )
Yazıda Mehmet Cengiz’in adı hiç geçmiyor. O halde, nasıl oluyor da, kişilik haklarına saldırı/hakaret edildiği gerekçesiyle manevi tazminat davası açabilir, diye düşünülebilir.
Bu tür davalarda ‘matufiyet şartı’ denilen bir prensip uygulanıyor. Olayımızda olduğu gibi, bir yazıda adı, sanı, kimliği belli olmasa da, ona yöneldiği konusunda kuşku bırakmayacak şekilde kullanılan söz, ifade ve ithamlar, bu prensip çerçevesinde tazminat davasına konu olabiliyor.
Akla gelebilecek diğer bir soru, tazminat miktarının neden 1 milyon gibi oldukça yüksek bir meblağ şeklinde belirlenmiş olmasıdır.
Aslında Mustafa Cengiz’in kendisi de, avukatları da, bir mahkemenin, gazete yazarına bu miktarda tazminata hükmetmeyeceğini bilirler.
Çünkü mahkemelerin tazminat miktarını belirlerken, davalı kişinin ekonomik varlığını sarsacak boyutlarda olmamasını, özellikle göz önünde bulundurmak zorundadır.
Bu nedenle, Yılmaz Özdil’in kendisine karşı 1 milyonluk liralık tazminat davası açıldığını duyduğunda, bir miktar gülümsemiş olma ihtimali yüksektir.
Bu davayı bilmem ama, genellikle yüksek tazminat talebiyle açılan bu tür davalarda asıl amacın, yazar/çizer takımının gözünü korkutmak ve bir miktar da ‘şan olsun’ güdüsü taşıdığını da herkes bilir.
Konuya sansasyonel tarafı, yani tazminatın ne kadar olacağı sorusuyla girdik ama, bu davanın sonraki bir meselesidir.
Mahkeme ilk önce yazıyı bizzat veya bilirkişilere incelettirerek, yazıda hakaret veya kişilik haklarına saldırının yer alıp almadığını belirlemek olacaktır.
Mustafa Cengiz ve Yılmaz Özdil duruşmalara gelmeyecek, avukatları iddialarını destekleyen benzer Yargıtay kararlarını, emsal olarak göstereceklerdir.
Sonucunu, büyük merak içinde bekliyor olacağız.
***
Özcan Deniz’in eski eşi Feyza Aktan’ın bir medya organında “Boşanırken sözleşmemize ‘Boşandıktan sonra Feyza’nın sevgilisi olamaz, olursa verilen tüm maddi imkanlar geri alınacaktır’ diye bir madde ekledi” sözleri şaşırtıcıydı.
Özcan Deniz ile Feyza Aktan 2018 yılında evlenmiş, bir çocukları olmuş ve 2019 yılında da ( anlaşmalı olarak ) boşanmışlardı.
Feyza Aktan’ın sözünü ettiği ‘boşanma sözleşmesi’, bu anlaşmalı boşanma davasında, tarafların imzaladığı ve dava hakiminin onayından geçmesi gereken protokol olmalıydı.
Ancak, Feyza Aktan sözleşmeyi ve içinde yer alan maddeleri yanlış hatırlıyor olabilir miydi? Anlaşmalı boşanma sözleşmelerinde yer alan hiçbir madde, muğlak bir şarta bağlı olamaz. Bu nedenle Feyza Aktan’ın olası bir sevgili üzerine düzenlenmiş bir sözleşmeyi hakim kabul etmez, sözleşmeden çıkarılmasını ister.
Çünkü, böylesi bir koşul;
1) Temel hak ve özgürlüklere aykırıdır. 2) Sözleşmede yer alan ‘sevgili’ kavram olarak soyuttur. Varlığı iddiası ve yokluğu savunması içinden çıkılmaz karmaşalara neden olabilir. İspata yönelik çabalar da, taraflardan arasında manasız çekişmeler ve yeni davalar yaratır.
Hakimin uyarısına rağmen, taraflar ‘sevgili’ şartına bağlı bu maddeyi sözleşmeden çıkarmamakta direnirlerse, anlaşmalı boşanmayı reddeder ve dava ancak çekişmeli olarak devam edebilirdi.
***
Her yıl 17- 31 Mayıs tarihleri arasında, dünyanın bir çok yerinde “Uluslararası Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası” düzenleniyor.
Bizim ülkemizde, ‘Gözaltında kayıp’ denilince, ilk olarak akla ‘Cumartesi Anneleri’ geliyor.
İnsan Hakları Derneği'nin raporuna göre 1990’lardan bugüne 1338 kişi gözaltında kaybedildi.
Bu konuyla ilgili uluslararası sözleşme dahi var, ama içinde biz yokuz.
20 Aralık 2006 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen “ BM Kişilerin Gözaltında Kayıptan Korunmaları ile İlgili Uluslararası Sözleşme” bugüne kadar 88 devlet tarafından imzalandı ve 25 devlet de taraf olarak yer aldı, ama Türkiye henüz imzalamadı.
Son yıllarda, medyada yer alan polisiye olaylar ve adli vakalarla ilgili haberlerde, içerik zenginliğinde önemli düşüş var. Bu alanı kapsayan haberlerin özensiz bir kurgulamadan geçtiği hemen anlaşılıyor. Öyle ki, bazen habere konu olan olayın kaba hikayesi bile net olarak anlaşılmayabiliyor.
Geçen hafta, Sözcü Gazetesi’nde Özgür Cebe imzalı, polis/adliye alanında geçen bir haberi okurken, bir haberde olması gereken tüm unsurların eksiksiz olarak yer aldığına görmek, bu anlamda sevindiriciydi.
Özgür Cebe’nin haberi, polis tarafından yanlış evin kapısı kırılarak, içinde yaşayan aileye yaşattığı kabusu ve devamında gelişen adli süreç, o kadar yalın ve anlaşılır bir dille kotarılmıştı ki, kendisini gazetesinden arayıp tebrik etmek istedim, ama ulaşamadım
Bu nedenle, Özgür Cebe’yi ve Sözcü Gazetesi’ni, bu polis-adliye haberine gösterdikleri özen nedeniyle buradan kutlamak isterim.