Hukuk fakültesi öğrencilik yıllarımda, benim idare hukuku dersiyle olan maceram biraz da Ece Ayhan’ın şiirindeki ‘Meçhul Öğrenci’nin durumuna benzer bir hal almıştı. Şiire uyarlayacak olursak, her idare hukuku sınavında öldürülüyordum. Ne ki, dersten çakma hususunda yalnız değildim, sınıf olarak toplu katliama uğruyorduk. Derslere düzenli girmeyip, sınavlara arkadaşlardan alınan ders notlarıyla hazırlanan öğrenci kategorisinden biri olarak bu dersten epeyce sürünmüşlüğüm vardır.
Ne kadar çalışsam olmuyordu, ‘idarenin hizmet kusuru’ bahsini bir türlü anlayamıyordum. Mevzuu bana göre ‘hizmetin geç, kötü işlemesi ya da hiç işlememesi’ şeklinde özetlenecek kadar basit değildi. Fakat, aralarındaki nüansları anlamak o zamanki zihin dünyama bir numara büyük geliyordu.
Benim gibi İdare Hukuku’nun püf noktalarını kavramakta zorlanan öğrencilerin imdadına, dersin hocası İl Han Özay (O zamanlar doçentti, bugün ise aramızda bulunmuyor) yetişti. Benim gibi dersten mustarip öğrenciler için, ders saatleri dışında (akşamları ve hafta sonu) özel seanslar düzenliyordu. Geçmiş yıllardan kalma sürüngen öğrencilerle birlikte bir hayli kalabalıktık ve amfi tıka basa dolardı.
Hoca bu derslerde, geçmiş yıllarda yaşanmış olaylardan örnek veriyor ve bize idarenin hizmet kusurunu tartıştırıyordu. Derslerin faal bir öğrencisiydim, ilginç iddialarımla ara sıra hocaya saç baş yolduruyordum ama zamanla idare hukukunun kodlarını çözmüştüm. Sınıfın yıldız öğrencilerinden biri olmuştum, hatta İl Han Hoca soyadımla hitap ederek görüşlerimi sorar hale gelmişti.
Hocanın, o dönemin Türkiye’sindeki idare hukukçuları arasında statükoya karşı çıkan, devletin kurumlar düzeyindeki işleyişini sorgulayan analitik bir anlayışı vardı. O nedenle düşüncelerimi açıklamama izin veriyor, bazen “Olabilir” diye onaylıyor, bazen de “Uçtun yine Ekinci” diye öteliyordu.
Bugün İl Han Hoca sağ, ben de öğrenci olsaydım ve pratik çalışma yaptığımız derslerden birinde, son olarak Güneydoğu illerinde yaşanan deprem ve sel felaketlerini ‘idarenin hizmet kusuru’ bağlamında tartışıyor olsaydık…
Ben şüphesiz elimi kaldırır ve yine söz ister, o da izin verirdi.
Özetle “Hocam, bir hizmet kusurundan söz etmek için ortada bir veya iki idarenin varlığı gerekir. Oysa son olaylarda istisnasız tüm devlet kurumları zafiyet içinde. Bu nedenle meydana gelen ölüm ve yıkımları klasik anlamda ‘idari kusur’ kıstasları içinde değerlendiremeyiz” derdim.
İl Han Hoca muhtemelen "İlginç bir şey söylüyor olabilirsin ama ne demek istediğini biraz daha açman lazım” şeklinde cevap verirdi.
Ben “Bu olsa olsa, ‘idarenin tükenmişlik sendromu’ içinde olması halidir” derdim.
Hoca “Orada biraz dur bakalım, şu anda idare hukuku dersindeyiz, ama sen tıp alanına geçtin” diye sözümü kesmek isterdi.
Amfideki öğrencilerden gelen “Hocam arkadaş doğru söylüyor” homurdanmalarından cesaret alarak devam ederdim: “Kusur insanlara özgü bir tanımdır ama pekala idarenin davranışı için de kullanılabilir. Evet, ‘tükenmişlik sendromu’ tıp kavramıdır ve insanlar üzerinden tanımlanır. Unutmayalım ki, idare denilen yapı da insanlardan oluşuyor."
Hoca: Ee, bu benzetmeyi nereye bağlayacaksın?
Böyle bir soruya hazırlıklı olduğum için, cebimdeki hastalıkla ilgili gazete küpürünü çıkarıp okumaya başlardım:
“Tükenmişlik sendromunda başarısızlık hissi, enerji düşüklüğü, bireyin kendini yorgun ve bitkin hissetmesi gibi problemler baş gösterir. Hastalık ani bir şekilde gelişmez, yavaş yavaş ve sinsi bir şekilde ilerleyerek belirti vermeye başlar. Bu nedenle hastalar ve yakınları genellikle hastalık belirli bir şiddete ulaşıncaya dek durumu önemsemez. Sendromun ilerlemesi durumunda hastalık, kişiler için dayanılmaz ve başa çıkılmaz bir hale gelebilir. Bu nedenle hastalık fark edildiği andan itibaren mutlaka tedavi sürecine başlanmalıdır.”
Hoca: Verdiğin örneğe göre, kamu görevlileri neden başarısızlık hissi ve enerji düşüklüğü yaşıyor?
Ben: Yapacağı işlemden dolayı yeteri kadar menfaat sağlamadığı düşüncesinden doğan duyulan mutsuzluk, isteksizlik ve yorgunluk nedeniyle…
Hoca: Olabilir, üzerinde düşünmeye değer, ama sen yine de bu görüşlerini sınav kağıdına yazma!
Yaşanan depremler sonrası yapılması gereken acil müdahalelerde gözlenen aksamalar, afete karşı öngörülmüş bir plan ve programın olmaması, dere yataklarına yapılmasına izin verilmiş binalar ve benzer bir çok detayın ortak bir nedeni olmalı.
Ben ‘tükenmişlik sendromu’na benzeteyim, siz başka bir neden gösterin…
Sonuçta bu akıl tutulmasının kamusal literatürde, ‘idari hizmetin geç, kötü işlemesi ya da hiç işlememesi’ şeklinde yapılan tanımdan daha derinlikli bir açıklaması olmalı.
Haklılık payı görseler de, düşüncelerime illa bir kulp takmak için "Evet ama, Kahramanmaraş’ta Maveraünnehir diye bir nehir yok!“ diyenler olabilir.
Onlara, ”Aslına bakarsanız Maveraünnehir diye bir akarsu da yok. Coğrafyada Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Kırgızistan'ın arasında bir bölgeye deniyor. Eğer bir kusur varsa bende değil, Ece Ayhan’dadır” diyerek, boynumu kırar giderim.
Meçhul Öğrenci Anıtı
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altındaBir teneffüs daha yaşasaydıTabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdürDevlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:-Maveraünnehir nereye dökülür?En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyikYavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarındaHer çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardırBütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
Ece AYHAN