Dün yayınlanan “Bu rakamlarla ol(a)maz” başlıklı yazıda geçtiğimiz yılın Süper Lig’deki seyirci ortalamalarını ve bu sezonun ilk iki haftasındaki durumu ortaya koymuş ve bir sonraki yazıda bunun nedenlerini irdeleyeceğimizi belirtmiştik. Rakamların net olarak gösterdiği gibi Türkiye’de Süper Lig düzeyinde tribünlere seyirci çekme ortalaması yüzde ellinin altında seyrediyor. Bu ise endüstriyelleşme süreci içerisinde ülke futbolunun kendisini konumlandırdığını iddia edilen yerde bulunmasını engelliyor. Acaba neden futbolu bu kadar çok sevdiğimizi iddia etmemize karşın taraftarlarımız tribünlere gitmiyorlar?
Passolig uygulamasının tribünlere giden taraftar sayısının azalmasında bir etkisi var mıdır? Bu sorunun yanıtının sadece Passolig uygulaması ile bağlantılı olduğu kanaatinde değilim. Söz konusu olan uygulamanın yaratmış olduğu etkileri göz ardı etmiyorum buna karşılık ülkemizdeki futbol sahalarına gitme konusunda sıkıntılı olduğumuz gerçeğinin passolig öncesinde de var olduğunu söylemek durumundayım. Yani bir başka şekilde ifade edecek olursam Türkiye’de futbol sahalarına gitme konusunda hiçbir dönem çok başarılı bir süreç geçirmedik. Futbolu ve onun etrafında dönüp duran şamatayı çok sevmemize karşın tribünlerde yer alarak takımlarımızı desteklemeyi ve bundan da öteye bu oyundan keyif almayı bir alışkanlık haline dönüştürmeyi beceremedik!
Türkiye’de futbolun kurumsallaşmasında öncülük eden ve bugün hala etkisi çok büyük olan üç takımın ağırlıkları, daha en başından itibaren çok ama çok büyük olmuştur. Yerelin kendi takımlarını sahiplenmesi ve bunun üzerinden ‘bende varım’ demesi konusunda atılan adımların hiçbir dönem yeterince etkin olmadığı kanaatindeyim. Trabzonspor’un müthiş mücadelesini, şampiyonluklarını ve ardından Eskişehirspor, Göztepe, Karşıyaka, Sakaryaspor, Kocaelispor, Altay, Adanaspor, Adana Demirspor, Bursaspor gibi tribünleri dolduran takımların taraftarlarını bir tarafa ayırıyorum. Geriye kalan ise üç büyükler olarak adlandırılan takımların gittikleri her yerde kendi saha ve seyircisi önünde oynama avantajını kullandıkları görünümleri ortaya koymuştur. Bu arada üç büyüklere haksızlık etmiş gibi olmayalım onların olmadığı yerde tribünlerin daha da boş kalacağı gerçeğini de unutmamalıyız.
Sosyolojik anlamda futbolun üzerinde özellikle yerel ve amatörlük üzerinden daha fazla bağlar kurmak ve buradaki damarı ortaya çıkartmak durumundayız. Ne yazık ki ülkemizdeki futbol federasyonu, yönetsel olmanın ötesinde bu ülkenin futbol tarihine gözü kapalı olarak yaklaşmayı sürdürmektedir. Oysa ülkenin futbol tarihi ve orada yaşananlar sadece tarihsel verileri ortaya koymayacak aynı zamanda bugüne ve geleceğe ilişkin çıkarsamalarda da yardımcı olacaktır. Bu yüzden de acilen ve henüz vakit varken geçmişin yaşayan tanıklıklarının kayıt altına alınması elzemdir.
Bizim ülke olarak modernleşme tarihimiz bir anlamda eskiyen binaların yıkılıp yerine yenilerinin dikilmesi tarihi olarak da okunabilir. Oysa bu yıkım işi beraberinde özellikle stadyumlar gibi tarihsel belleğin önemli mihenk taşlarının da ortadan kaldırılmasını beraberinde getirebilmektedir. Belki de bu yüzden bugün Anadolu’nun pek çok şehrinde yeni stadyumları hayata geçirmekle övünüyoruz ancak o stadyumlar hiçbir zaman yapılmış olduklarının yerine geçemeyecekler! Orada izlenen maçlar bir daha geçmişteki alınmış olan hazzı, mutluluğu veyahut hayal kırıklıklarını bünyesinde taşıyamayacak! Bir başka deyişle futbola dair kolektif belleğimizdeki anılarımızı tazeleyebileceğimiz yerler olamayacaklardır!
Bu noktada devamlılığın ve kuşaktan kuşağa aktarımın mutlak surette atlanılmaması gereken bir husus olduğu kanaatindeyim. Futbol bu açıdan kuşaklar arası kopmaz bir bağın varlığı ile anlam kazanmaktadır. Burada babanızla, amcanızla gittiğiniz stadyumunuz ve orada yaşadıklarınızı daha sonra arkadaşlarınızla ve kendi çocuklarınızla devam ettirmeniz gibi bir tarihsel yolculuğu şöyle bir düşünün lütfen. Biz ise bunu her fırsatta kesintiye uğratıyor ve yeniden ve yeniden başlatmak zorunda bırakıyoruz. Böylesi bir yapı ise daima eksik veyahut eskilerin deyimiyle kadük kalıyor. Oysa daha farklı bir anlayışı hayata geçirmek ve bunu yaparken birlikte kendi şehrinize, kendi semtinize sahip çıkmanın gururunu da yaşayabilmek gibi bir durum da olabilir.
Türkiye’de tribünlere taraftarların gitmemesi meselesinin altında yatan en önemli hususun bu ülkenin takımlarının kötü yönetilmesi olduğunu düşünenlerdenim. Kulüp yönetimini birlikte büyütmek yerine kendi ve çıkar çevreleri için küçültmenin yolunu tutan anlayışlar sayesinde futbol daima kısır bir döngü içerisinde tutuldu. Ne yazık ki bu ülkenin futbol medyası mantığı da tam olarak bu anlayış üzerine bina edildi ve her fırsatta bütünü kapsamak yerine dar bir çerçeveye hitap ederek varlığını devam ettirdi. Taraftarların eğitilmesi gerektiğinden bahsedip duruyoruz ancak asıl yönetim kademelerinin üzerinde durulması gerekiyor.
Passolig tartışmasına daha önce defalarca yazmış olduğum için girmeyi düşünmüyorum ancak şunu gayet iyi biliyorum ki taraftar grupları kendilerini konumlandırmış oldukları pozisyonları bu kadar abartmak yerine gerçekten güçlü bir şekilde yerleşik hale dönüştürmüş olsalardı, söz konusu uygulamayı hayata geçirebilmek kolay olmazdı. Burada bir diğer önemli nokta taraftarların birlikte hareket etme konusundaki kararsızlıkları olduğu hususudur ki bu durum onların güçlerinin bölünmek suretiyle etkinliklerinin de azalmasına yol açmaktadır. Passolig uygulamasının yaşanan sıkıntının bir yönünü oluşturduğunu ancak asıl mevzunun çok daha derinlerde bir yerlerde bulunduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de futbolu değil futbolun dedikodusunu seviyor ve bunun üzerinden kendi taraftarlık pozisyonumuzu göstermeyi seçiyoruz. Oysa futbolun asıl yönü ne başarı ne de şampiyonluklarda gizlidir asıl önemli olan husus keyif alınan ve zevkle seyredilebilen bir gösteri sunabilmesindedir. Futbolun gösterisini değil çoğunlukla yaratmış olduğu ayrışmasını tercih ettik ve bunu yaparak ayrıştığımızı fark bile edemedik! Galatasaraylılar için kendi takımları buna karşın Fenerbahçeliler bir başka yerde Beşiktaşlılar bir diğer yerde konumlanması gerekenler olarak görüldüler. Benzer durum hepsi için geçerliydi ve böylesi bir yaklaşımı medya üzerinden körükleyerek yapay düşmanlıklar yarattık!
Yereldeki takımlarımızın sayılarından başlayarak, mahalle aralarında oynanabilecek futbol ortamını ve oralarda gönüllülük esasına dayalı öğreticiliği hayata geçirebilmenin yollarını başta yerel yönetimler olmak üzere arttırmalıyız. Burada futbol federasyonu ile gençlik ve spor bakanlığına da çok ama çok iş düşüyor. Böylesi bir yaklaşımla futbolu 7 den 77’ye kadar tüm kitleye yönelik bir hale sokmak kadar hem oynayan hem de tribünlere doğru daha fazla giden bir yapıyı hayata sokabiliriz. Bir takımın parçası olmak ve onunla birlikte varlığını sürdürmenin önünü açabildiğimiz ölçüde tribünlere daha fazla taraftar çekebileceğimiz bir ortamı yaratabiliriz.
Futbola ve onun yarattığı ortama ilişkin olarak bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacımız bulunuyor. Bugün oynanan futbol dünkü futboldan çok ama çok farklı ve bambaşka bir futbol anlayışını beraberinde getiriyor. Belki de bu yüzden dünü çok iyi anlamalı ve bugünü bunun üzerine inşa etmenin yollarını bulmalıyız. Derdimiz ne hakemlerin hataları ne hangi takımın şampiyon olduğu ne de kaç yabancı futbolcunun oynadığıdır. Bütün bunlar teferruatlardır asıl üzerinde durmamız gereken bu ülkenin futbol zihniyetini nasıl dönüştürebilir ve nasıl daha iyi bir sporsever kitle yaratabiliriz olmalıdır.