Televizyonlarımızın öğleden sonra kuşağında yer alan ve yaşanan olaylara ilişkin Reality Show formatındaki programlar sayesinde içinde yaşadığımız ülkeye dair son derece ilgi çekici noktaları görebilme şansını yakalıyoruz. Hatta bu durum geçtiğimiz yıl ekranların en fazla ses getiren Palu ailesi ile tanışmamıza bile vesile olmuştu. Müge Anlı ve Esra Erol'un ATV ekranlarında sabah ve öğleden sonra kuşağında yapmış olduğu yayınların müdavim takipçileri olduğu ortada. Buna karşın söz konusu programlarda konuşulanlar ve ortaya konulanlara bakıldığında ise ortaya çıkan tablonun hiç de iç açıcı olmayan noktaları içermekte olduğu gerçeğini de belirtmek durumundayız. Çocukların kimden olup olmadığına ilişkin yaptırılan DNA testlerinin sosyal medya aracılığıyla anket yoluyla duyurulma girişimlerini bile gördük. Öte yandan geçtiğimiz hafta yayınlanan Esra Erol'un programına katılan Esra Karakuş'un çocuğunun komşusundan olduğunu öğrendiğinde sevinç gösterilerinde bulunması gibi durumlar, yaşananların ne kadar garip bir noktaya uzanmakta olduğunu da gösteriyordu.
Televizyon denilen dünyayı evlerimize getirdiğini düşündüğümüz alet sayesinde sadece olup bitenlere ilişkin gündelik olarak haberdar olmamız sağlanmıyordu. Baudrillard'ın belirtmiş olduğu gibi, televizyon günlük yaşantının bir modeli, olup bitecekleri önceden haber veren, gerçek dünya ile olan bağlantımızı, bize dünya görüntüleri sunarak koparan bir şeydir. Baudrillard* bu konuda Amerikan televizyon tarihine geçen Loud ailesi örneğini bizlerle buluşturuyor. Truman Show filminin öncüsü görünümünde olan Loud ailesi 1971 yılında yedi ay boyunca 300 saatlik bir filme çekilmenin öyküsünü içermektedir. "…Üstelik bu filmin ne senaryosu ne de scripti vardır. Bir ailenin yaşadığı dramlar, keyifli anlar hiçbir atlama ve sıçrama olmadan, kesintisiz bir şekilde 'el değmemiş' bir hikâye gibi sunulmuştur. Kısaca bu 'brüt' (ham, işlenmemiş) bir tarihi belgedir. Televizyonun, insanoğlunun aya ayak basmasını göstermesi kadar önemli bir belge, üstelik günlük yaşantımızla ilgili bir belge. Olayın kötü olan yanı, bu filmin çekimi bitirildikten sonra ailenin darmadağın olmasıdır. Loud ailesi boşanmış vs. Bu durum bizi içinden çıkılmaz bir tartışma ortamına sürüklemektedir. Bu parçalanmanın nedeni televizyon mudur? Peki televizyon olmasaydı, bu aile yaşantısını sürdürebilecek miydi?"
Baudrillard çalışmasında bugün ülkemizde yaşadığımız Reality Showlara ilişkin son derece ilgi çekici noktaları Loud ailesi üzerinden görmemize yardımcı oluyor: "Loud ailesini sanki TV kamerası evin içinde değilmiş gibi çektik yaklaşımıysa daha da tuhaftır. Yönetmen: 'Aile sanki biz orada değilmişiz gibi davrandı ve yaşadı' diyerek kendi kendine böbürlenmektedir. Bu saçma ve paradoksal bir formüldür çünkü ne doğru ne de yanlıştır. Sadece ütopik bir formüldür. 'Sanki biz orada değilmişiz gibi' sözüyle 'sanki siz oradaymışsınız gibi' sözü aynı anlama gelmektedir. Zaten yirmi milyon seyirciyi de baştan çıkartan şey işte bu paradoks, bu ütopyadır. Bu programı izleyen seyircilerse, gerçekte 'röntgencilik' yaparak alacakları zevkten fazlasını almışlardır. Söz konusu olan şey, günlük 'hakikatin' bir parçası olan bir sır ya da ahlaksızlık değildir. Söz konusu olan şey gerçek ya da hipergerçek estetiğin sunduğu bir tür ürpertidir. Hem içine hile katılmış hem de insanı dehşete düşürecek bir gerçekliğin yarattığı ürperti."
Palu ailesi ve ardından gelen onlarca örnekten sonra gündeme gelen çocuğunun babasının komşusu olduğuna sevinen kadının görüntüleri tam da bu ürpertinin reyting ile buluştuğu noktaları işaret ediyor. Zaten bu programların yapımcılarının da ısrarla üzerinde durdukları noktalar hem bu ürpertiye temas etmelerini hem de bu temas sayesinde milyonlarca insana dokunabilmelerine olanak sağlıyor. Çünkü Baudrillard'ın yerinde tespitiyle bu tür programları izleyenler röntgencilik yaparak alacakları zevkten fazlasını almaktadırlar ve bu yüzden de söz konusu programların reytingleri yukarılara doğru tırmanmayı sürdürmektedir: "…Gerçekte Loud'ların hakikati, televizyonun hakikatidir Hakikat televizyonun kendisidir." Bu hakikat anketler aracılığıyla veyahut stüdyodaki izleyiciler vasıtasıyla ete kemiğe büründürülmekte ve bambaşka bir anlamın var kılınmasına vesile olmaktadır. "Loud ailesi başka gerçeklerin de farkına varmamızı sağlamıştır: Artık siz televizyona değil, televizyon sizin nasıl yaşadığınıza bakıyor ya da siz 'Paniğe Gerek Yok'u değil; 'Paniğe Gerek Yok' sizi izliyor. Panoptik gözetleme sisteminden (gözetlemek, cezalandırmak), aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçilmiştir. Bundan böyle model ya da bakışa boyun eğme zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Çünkü bundan böyle 'Model sizsiniz!', 'Çoğunluk sizsiniz!'. Modelle gerçeğin birbirine karıştığı istatistik işlemlerdeki gibi gerçekle 'medium'un birbirine karıştığı (Loud ailesi örneğine bakınız) hipergerçek bir toplumsal da böyle bir şeydir. Artık ikna etme değil(propaganda, ideoloji, reklam vb.) caydırma üstüne oturan toplumsal yani bizim ilişkilerimizin ulaşmış olduğu son aşama budur: 'Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz, bu sizin sorununuz, söz sizin vs".
Aile içinde mahrem olarak nitelendirilen ve konuşulmayan, zikredilmeyen konuların ekranların önünde üstelik bütün açıklığıyla konuşulmaya başlandığı andan itibaren bir anda "ne oluyoruz?" sorusu ile karşı karşıya kalmamız ve bütün bunların toplumsal ahlakı ortadan kaldırmakta olduğu gibi bir vehme kapılmamız söz konusu olabiliyor. Ancak unutulmaması gereken husus televizyonlar aracılığıyla evlerimize yansıyan bütün bu olup bitenler aynı zamanda içinde yaşanılan toplumun çoğu kez görmek istemediği veyahut görmezden geldiği noktaları da gözler önüne seriyor. Üstelik bütün bunlar televizyon ekranlarındaki o ahlaksız diye nitelendirilen diziler, magazin programları vb. olduğu için gerçekleşmiyor! Yani bir başka ifadeyle tüm olup bitenlerin arkasında ahlaksızlık içeren televizyon yok! Reyting ve kazanç uğruna aile dediğimiz kutsal birliktelikte yaşananları faş eden televizyon programlarına suç atmak suretiyle kendimizi temize çıkartamayız.
Burada bir tarafta röntgencilik peşinde koşan ve hayatını diğerlerinin hayatlarını didiklemek üzerine kuran bir anlayışın yatmakta olduğu gerçeğini de seslendirmek durumundayız. Bu kadar çok ilgi çeken şey aslında başkalarının hayatı üzerinden bir anlamda kendi hayatlarımızı temize çıkarma isteğinin ta kendisidir. Esra Erol'un çocuğun babasının DNA testi sonuçlarını açıkladığı anda ekranlara yansıyan birbirleri ile boşanma aşamasında olan karı kocanın görüntüleri tam da bu durumu ortaya koyuyor. Erkek, çocuğun babası olmadığını öğrendiği anda yıkılırken kadın 'ben biliyordum zaten' sözlerini kullanıyor. Ardından gelen karşılıklı sözler tabii ki buradaki sözler biplenmek suretiyle durum idare ediliyor ve televizyon ekranlarında komşusundan çocuğu olduğu için sevinen ve çocuklarının velayetini alacağını söyleyen bir kadınla, onların velayetini almak istediğini söyleyen bir erkeğin görüntüleri kalıyor geriye. "…Bundan böyle 'medium'u (araç) da o eski biçimiyle algılayamayız. 'Medium'la mesajın (Marshall Mc Luhan) birbirine karıştırılması yeniçağın ilk önemli ve büyük formülüdür. Sözcüğün yazılı anlamında artık 'medium' diye bir şey yoktur. Çünkü 'medium' gerçeğin içine yayılmış ve dağılmış olduğundan algılanması imkansızlaşmıştır. Üstelik gerçeği en ufak bir şekilde etkileyememektedir." Ekranlarda bu tür programların olmaması yaşananları ortadan kaldırmayacaktır. Bu yüzden söz konusu programların bir anlamda ayna işlevi gördüğünü de göz ardı etmemeliyiz.
*Jean Baudrillar, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, Çev. Oğuz Adanır, Ankara, 2005