Bu ülke insanlarının kendi tarihsel geçmişleri ve gelecekleri arasında yaşadığı sıkışıklığı dünyanın bir başka ülkesinde yaşayan var mıdır? Bilmiyorum. Ancak imparatorluk bakiyesi olan bir kültürün çocukları olarak sürekli olarak birbirimizle didişmekten ne geçmişi özümseyip, geleceğe yol gösterici hale dönüştürebiliyoruz ne de bugünü anlamlı kılabilecek adımları atabiliyoruz. Geçmişte olan bitenler üzerinden içinde yaşamakta olduğumuz anları adeta çekilmez bir hale getirebilmeyi o kadar kolaylıkla başarabiliyoruz ki, kurucu kadrolarımız ve onların yaptıklarını sürekli bir biçimde olduğundan değersiz hale dönüştürmeyi 'tarih yapmak bir başka ifadeyle de yazmak' zannediyoruz. Belki de bu kadar çok birbirimizle didiştiğimiz için olsa gerek zırva tevil götürmez sözü burada her daim karşılık bulabiliyor.
Tarihin ne olmadığının bu kadar çok ete kemiğe büründüğü bir dönemden geçtiğimizi hatırlamıyorum. Komplo mantığı içerisinde öylesine tuhaflaşmış bir tarih anlayışı etrafımızı sarıp sarmaladı ki, her şeyin 'normalleştirildiği' bir dönemin içerisine adeta hapsolduk! Lozan antlaşmasının yüzüncü yılı yaklaşırken ortaya dökülen Lozan'ın gizli maddelerine dair açıklamalar, Enver Paşanın milli mücadeleye destek olmak için gömdürdüğü silahlar vb. gibi onlarcası adeta nefes almamızı engelleyecek şekilde günbegün ortalığa saçılıp duruyor.
Son olarak eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman'ın Rize'nin fethinin 561'inci yıldönümünde yaptığı konuşmadaki ifadeleri bu duruma örnek verilecek cinsten. Şöyle diyor sayın Kahraman:
"Şehirlerin kurtuluş yıldönümleri kutlanıyor. Kesinlikle karşıyım. 2 Mart'ta Rize kurtulmuş, kim diyor? Yok Erzurum şu martta. Şehirlerin düşman işgalinden kurtuluşu dolayısıyla kutlama yapılmaz. 'Ben esirdim, esaretim bitti, ben köleydim' diye ikrarda bulunulmaz. Bu küçüklük kompleksi verir, bu yanlıştır, böyle şey olmaz. Fetihler kutlanır. Tarihi zengin ve engin bir milletiz biz. Biz köklü bir devletiz. Zaferlerle dolu bizim tarihimiz. İstanbul'un kurtuluşu 6 Ekim, kim demiş? İzmir 'in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş? Ne münasebet. Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarının birkaç kat mislini aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki. 2 Mart'ta da aynı şey var. Ruslar çekildi gitti. Çarpışmadık, dövüşmedik, vuruşmadık. Tarihi doğru dürüst niye bilmiyoruz? Övünecek büyük bir tarihimiz varken kölelikten kurtulduğumuz tarihe niye bayram diyeceğiz. Fethettiğimiz tarihe diyeceğiz."
Tarihi sadece fetihler üzerinden ele almak suretiyle yeni bir tarih algısının oluşturulma çabalarının tamamen nafile olduğu kanaatindeyim. Tarih bir bütünün ortak adıdır ve burada fetihler kadar kurtuluşlar da yer almaktadır. Bütün milletlerin tarihsel geçmişlerinde bu ikisinin de yerinin olduğu gerçeğini kabul etmediğiniz anda yeni bir tarih algısı yarattığınız zannına kapılırsınız ancak ortaya çıkan şey tek kelime ile birbirinden kopuk olan bir anlayışın yansımasından başka bir şey değildir. Çünkü insanların bireysel geçmişlerinde nasıl başarılar ve hezimetler iç içeyse milletlerin geçmişlerinde de bu ikisi iç içedirler. 9 Eylül tarihi için "Kim demiş?" diye sorduğunuz anda birileri de size kutlamaya reva gördüğünüz tarihlerle ilgili olarak bu da nereden çıkmış cümlelerini rahatlıkla kullanabilir. Bu yüzden de ayrıştırmaya başladığınız anda sizin de ayrıştırılabileceğiniz gerçeğini göz ardı etmeyin lütfen!
Gelelim kurşun sıkmadık ki cümlesindeki tuhaflığa! Evet kurtuluş savaşı olarak adlandırdığımız ve bizlere öğrenim hayatımız boyunca öğretilen/belletilen noktalarda olduğu gibi yedi düvelle savaşılmamış olabilir. Ancak bu durum kurşun sıkmadık ki gibi bir cümle ile geçiştirilebilecek bir durum da değildir. Yaşananları içinde bulunulan dönemden hareket etmek suretiyle sanki öyle olmamış gibi göstermeye çalışmak, hiç kimseye yarar sağlamaz. En çok zararı da bu ülkenin birlik ve beraberlik algısına verir.
Sayın Kahraman, kendi ideolojik bakış açısı üzerinden yeni bir tarih algısını yaratma çabası içerisinde sanki bu topraklarda hiçbir kurşun atılmamış, hiçbir can ve mal kaybı yaşanmamış gibi bir anlayışı var kılmaya çalışıyor. Oysa ne kadar yok deseniz de tarih bir yerlerden kendisini hissettirmektedir. 26 Ağustos tarihinde başlayan ve bu topraklardaki yepyeni bir dönemin habercisi olan savaşı hiç yaşanmamış kabul etmek demek beraberinde orada şehit düşenleri ve yaralanan binlerce gaziyi de yok farz etmek demektir. Aslında bütün meselenin Osmanlı devletinin yıkılması ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ile bağlantılı olduğu gerçeğinde yatmakta olduğudur. Birileri bu kurucu kadroya bambaşka anlamlar yüklerken diğer bir grup ise onları çok farklı bir şekilde kodlama yoluna gitmektedirler. Kendi tarihimiz konusunda bile anlaşamadığımızı ve yaşananları adeta yaşanmamış gibi gösterme hususunda ne gibi adımlar attığımızı, biraz medyadaki arşiv taramaları ile fazlasıyla ortaya koyabiliriz.
Üzerinden beş yıl geçmiş olan Zafer'in bayramı isimli yazımda şu cümlelere yer vermiştim:
"Tarihimizle yüzleşememenin ve onu gerçek anlamda kabullenememenin ikilemleri içerisinde hem çocuklarımıza gerçek anlamda tarihlerini öğretemedik hem de tarihi bir türlü reel hayatımızın içerisinde bir yerlere oturtamadık. Bu ise bizlerin gündelik hayatları içerisinde tarih ve tarihe mâl olmuş şahsiyetler ile kurmuş olduğumuz bağlantının her zaman biraz problemli bir hal temelinde yükselmesine yol açtı. Tarihimizde önem arz eden günlerimiz de bu anlayıştan etkilendi ve önümüze her zaman askeri bir tonlama ile kutlanan resmi bayramlar çıkartıldı. Bu özel günleri sivil hale dönüştüremedik ve her seferinde biraz daha fazla protokolün ağırlığı altında resmi geçit haline dönüşmesini izlemeyle yetindik. Böylesi bir yaklaşım ise beraberinde sadece öğrencilerin ve onların velilerinin iştirak etmek durumunda kaldıkları bir bayram kutlaması ile sonuçlandı. Öğrencilikleri biten gençler bir daha kendi çocukları dünyaya gelip bu kutlamalarda yer alıncaya kadar bu geçitlerden uzaklaştılar. Bu ruh hali ise resmi bayram günlerimizin bir arada coşku ile kutlamamızın önüne geçti. Her tören günü ekranlarda aynı cümlelerin kullanılmasına karşın halkın büyük bir kısmının iştirak etmediği törenler silsilesi tam tersi bir biçimde bize gösterildi.
Ulusların kaderlerini belirlemede özel olan ve üzerinde itina ile durulması gereken zamanlar vardır. Bizim toplumsal tarihimiz açısından da 30 Ağustos tarihi bu özel olma vasfını fazlasıyla hak eden bir gündür. Buna karşın binlerce şehit verdiğimiz ve destansı kahramanlık öykülerinin yaşandığı büyük taarruz süreciyle birlikte orada yaşanan insanüstü gayreti, çocuklarımıza layık olduğu biçimde anlatmayı başaramadık. Tarihi resmi bir bakış açısının içerisine hapsettiğimiz ve orada tarihsel verileri ön plana çıkarttığımız için de, yaşananların yüreklere nakşolmasını bir türlü beceremedik. Oysa bu beş koca gün içerisinde bir ulusun kaderi yeniden yazılmaktaydı ve kolay kolay anlatılamayacak olaylar bu zaman dilimi içerisinde gerçekleşti. Her şeyden önce çok uzun bir süre boyunca sadece savunma yapan bir ordunun, taktiksel bir dehanın ellerinde bambaşka bir hale büründüğünün en somut kanıtıdır büyük taarruz. Gazi Mustafa Kemal Atatürk silah arkadaşlarıyla birlikte yenilmez denilen Yunan ordusunu yerle bir etmiş ve askerlerimize düşmanı denize dökme emrini vermiştir.
Ülkelerin tarihlerindeki özel günler birbirleri ile yarıştırılmak için ortaya konulabilecek özellikler taşımazlar. Tam tersine bütün bu tarihler birbirleri ile bağlantılı bir sürecin uzantılarıdır. 26 Ağustos 1071 tarihinde Anadolu'nun topraklarını açan Malazgirt savaşını öne çıkartıp Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun önünü açan ve düşmanın yurttan kaçışını başlatan 26 Ağustos 1922 tarihini ve beş gün sonrası olan 30 Ağustos'u yok farz edemeyiz. Bu ülke için kanlarını feda eden bütün isimsiz kahramanları hangi tarihte ölmüş olurlarsa olsunlar şükranla anmak ve onlara hak ettikleri saygıyı göstermek zorundayız. İdeolojik angajmanlarımızı veyahut dünyaya bakış açılarımızı, ülkemizin özel tarihi günlerini tartışma vesilesi haline dönüştürmek için kullanamayız. Kullandığımız takdirde de burada sadece o insanlara değil, onlardan çok daha fazla bugün hayatta olanlara ve gelecekteki nesillere zarar veririz.
Milli bayramlarımızı ve ülkemizin kurucu kadrosunu konuşmalı ancak onların yapıp ettikleri üzerinden bugünden bakarak ahkam kesmeye son vermeliyiz. Günün koşullarıyla geçmişi yargılamak son derece kolaydır, güç olan ise hakkını teslim etmek ve bunun üzerinden bugün bizlerin neler yapabileceğimizi ortaya koymaktır. Bayramları yarıştırdığınız bir ortamı yaratmaya başladığınızda veya benzer şekilde tarihsel şahsiyetlerin rollerini yargılamaya ve onları yarıştırdığınız takdirde benzer bir geleceği kendinizin de yaşayabileceğini baştan kabullenmişsiniz demektir. Özel günlerimizi ve bayramlarımızı toplumsal bilincimizi bir araya getirmede vesile olabilecek tarihler haline dönüştürmek için çaba sarf etmeliyiz. Bu günler hepimiz için çok özeller, 30 Ağustos günü bu açıdan ayrı bir konumdadır, çünkü onunla bu topraklarda bir devir sona ermiştir. Zafer'in bayramını hak ettiği ve ardından yarattığı ülkenin insanlarına armağan ettiği gibi bundan sonra kutlayabilmek dileğiyle: Hepimizin Zafer Bayramı Kutlu Olsun."
Aradan geçen yıllar içerisinde ne yazık ki durum çok daha tuhaf bir hale doğru yol almayı sürdürmekte. Bir ülkenin kendi tarihine ve o tarihi yaratmış olan kişilere karşı sorumlulukları olduğu gerçeğini, hamasi duyguların ötesine geçerek idrak etmek durumundayız. Aksi halde yaşadığımız günleri bizlere sunan o kişilerin hayatlarımızdaki yerleri ve önemleri konusundaki kafa karışıklığını aşabilmemiz mümkün olamayacaktır.
Tarih üzerinden ayrışmaya başlamak demek o çok kullanılan gemi metaforunun da aslında hiç de öyle olmadığını baştan kabullenmek demektir. Aynı gemide olmanın şartlarından bir tanesi de aynı geçmişin ve o geçmişi yaratmış/yaşamış olanlarının hakkını teslim etmekle de alakalıdır. Tarihi belki de en çok siyasilerden ve onların ideolojik angajmanlarından korumak durumundayız. Bunun yollarından bir tanesi ise hiç kuşkusuz kendi tarihsel geçmişimizi doğru bir biçimde okuyup, sorgulayarak, eleştirel bir perspektiften olan bitenlere bakabilmekten geçecektir. Bu doğrultuda bütün farklı yaklaşımları okumanın, sorgulamanın ve her türlü ezberleri daha baştan kabullenmemenin önemi olacaktır. Bu vesile ile bizlere bu toprakları bırakan bütün şehit ve gazilerimize minnet ve şükranlarımı bir kez daha sunuyorum.
Ahmet Talimciler kimdir? Ahmet Talimciler, 1970 yılında İzmir Karşıyaka’da dünyaya geldi. Karşıyaka spor kulübünün minik ve yıldız takımlarında, Tarişspor kulübünün genç takımında oynadı. 1988 yılında Ege Üniversitesi Coğrafya bölümüne kaydoldu ve iki yıl burada okuduktan sonra tekrar sınava girerek aynı üniversitede Sosyoloji bölümünü kazandı. 1994 yılında “Futbolun Toplumsal İşlevi” başlıklı lisans teziyle bölümden mezun oldu. Ardından Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1998 yılında Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi başlıklı yüksek lisans tezini, 2005 yılında da Türkiye’de Futbol ve İdeoloji İlişkisi başlıklı doktora tezini tamamladı. 2001 yılında Milliyet Gazetesi Sosyal Bilimler ödülünü kazandı. 1996 yılında Araştırma Görevlisi olarak başladığı Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünden 2019 yılında ayrılarak İzmir Bakırçay Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Uygulamalı Sosyoloji ana bilim dalına profesör kadrosuyla geçiş yaptı. Halen aynı üniversitede görev yapmayı sürdürmektedir. Son yirmi yılda yerel ve ulusal düzeyde gazetelerde, internet sitelerinde yazmıştır. Mart 2016’dan bu yana T24’te başta spor ve gündelik hayata ilişkin olmak üzere gündeme ilişkin yazılar yazmaktadır. Karşıyaka Belediyesinin çıkartmakta olduğu Gazete Karşıyaka’nın yazarlarındandır. Bir diğer önemli tutkusu ise radyo yayıncılığıdır, üç yıl boyunca TRT İzmir Kent Radyosunda Sporun Arka Planı programını hazırlayıp sunmuştur. Halen TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu Memleketim FM’de Spor Daima programına cuma günleri konuk olmayı sürdürmektedir. YouTube üzerinden yayınlanmakta olan Geek Futbol programının da yorumcularından birisidir. Evli ve spor tutkunu bir çocuğun babasıdır. Kitapları -Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi (2003,2014, Bağlam Yayınları) -Sporun Sosyolojisi Sosyolojinin Sporu (2010,2015, 2018, Bağlam Yayınları) -Futbol Yazıları (2017, Bağlam Yayınları) -Türkiye’de Futbol En Az Futboldur (2020, Spor Yayınevi ve Kitabevi) -Saçmanın İktidarı (2021, Sakin Kitap) -Beklentilerin Tersine Çıktığı Alan: Eğitim (2022, Sakin Kitap) -İlkelerimizi Kim Yazacak? Cem Can Yazıları (Yayına Hazırlayan- 2012, Moss Spor) -Fair Play Yemin İstemez (Yayına Hazırlayan-2012, Moss Spor) -Şiddet, Şike ve Medya Kıskacında Futbol ve Taraftarlık (2015, Litera Türk Academia, Müge Demir ile) -Football in Turkey (Editör- 2016, PL Academic Research) |