İstanbul hâlâ güzel bir şehir olarak kalabiliyorsa, bu gücü en çok, hatta artık tümüyle topoğrafyadan ya da şöyle diyeyim, coğrafi konumu ve jeolojik oluşumundan alıyordur.
Bu kentin gördüğü en büyük vandalizm olan, yaparmış gibi yaparak aslında yıkan azmış bir inşaat sanayinin diktiği binalar kente tarih boyunca insan eliyle eklenmiş güzellikleri öyle bir kuşatmış, gökdelenler şehrin doğası ile tarihinin ışık oyunlarıyla parıldayan o siluetini öyle bir yerle yeksan etmiş durumda ki, o tepeler, yükseltiler, vadiler, dere yatakları kıvrımlar, o dantel, o buruşmuş kadife, jeolojinin bu hiçbir geometriye sığmayan ve hâlâ süren dansı olmasa (el yordamıyla) zor bulacağız artık kentimizi, kentimizin aslını!..
Çirkinliğin estetiğe saldırısı, güzelliği görüldüğü yerde yok etme çabası, artık sokaktaki herhangi bir hemşerimizden ülke yönetiminde en fazla yetki sahibi olanlara kadar, çoğunluğun bir davranış biçimi, bir refleksi olmuş durumda.
Seneler önce Süleymaniye Camii hakkında yazarken şöyle demiştim: "(...) Sonra fark ediyorum ki ben Süleymaniye Camii'ne bakarken İstanbul'a bakıyorum aslında. Çünkü İstanbul çok fazla topoğrafya olan bir şehirdir ve Süleymaniye Camii de çok fazla topoğrafya olan bir yapı. Süleymaniye sadece yapı değildir. Yapının topoğrafyaya, topoğrafyanın yapıya dönüştüğü bir yapı-topoğrafya ya da topoğrafya-yapıdır. Çevre merkeze, merkez çevreye dönüşür Süleymaniye'de, Süleymaniye Camii ile. Süleymaniye Camii'nde. Doğal güzellik insan üretimi güzelliğe, insan üretimi güzellik doğal güzelliğe katılır. Bazen Süleymaniye Camii'nin ne kadarının İstanbul topoğrafyası ne kadarının mimari olduğunu düşünmek gerekiyor.(...)" (Tam Yakalandığımız Yerden, İthaki Yayınları, 2004; Üçüncü Tepe, Fotoğrafevi, 2008)
İstanbul'a böyle baktığımızda aslında Bizans ve Osmanlı'dan sonraki handiyse bütün mimari İstanbul'un topoğrafyasını az ya da çok gözden çıkarmış ya da gözden kaçırmış, müteahhit güruh giderek kentin bütün doğasına saldırıda bulunmuş, AKP iktidarının belli bir dönemecinden sonra da bilinçli ya da bilinçsiz topyekûn tahribata yönelmiştir.
Burada hemen bu saldırı ve yıkımın neden belli bir döneme tarihlendiğini soranlar olacaktır. Bunun sebebi o döneme kadar kent siluetinde öne çıkan binaların sembolik işlevinin ve böylelikle estetik anlamının çok daha önemli olmuş olmasıdır. Mimari, kapitalizm öncesi dönemde, daha çok din ve iktidar ile kodlanan, fonksiyondan çok sembolik olan bir anlatma, gösterme biçimiydi. Şimdi ise kapitalizmin aksiyomuna (belit) uyan bir işlev, fonksiyon daha çok… Müteahhitler de tam burada belirleyici oluyor zaten.
Müteahhit vandallar ve vurdum duymaz kent sakini topoğrafyada sadece rant yani arsa gördüğü için İstanbul gözü, yani İstanbul yapısı ile İstanbul topoğrafyası arasındaki sınırları belirsizleştiren geçişkenliğe olan duyarlılık yitirilmiştir. Oysa İstanbulluluk önce bakıştır. Bu geçişkenlik estetiğine eğitimli bakış.
Bu göz topoğrafyanın doğa, mimarinin el yapımı olduğunu ayırt etmeden, doğa ile el yapımını bir bileşke estetiği olarak bütünleşmiş biçimde algılar.
Kentin Süleymaniyeli, Ayasofyalı, Sultanahmetli siluetine bakanlar Marx’a nazire ile söylersek doğanın insanileşmiş, insan elinin doğalaşmış haline bakmaktadırlar ve manzaranın ne kadarının doğa ne kadarının el yapımı olduğunu umursamadan sadece İstanbul’u düşünürler. İstanbul algısı ile sanat algısı birbirine çok yakındır. Edebiyat algısı da.
Edebiyatın kurduğu derinlikli kurguda geçmiş ve şimdiki zaman nasıl bir geçişkenlik oluşturuyor, geçmiş ve şimdiki zaman nasıl net algılanır bir bileşke içinde ortaya çıkıyorsa, İstanbul’da da tarih ve şimdiki zaman öyle bir geçişkenlik, bir gelgit, çoğunca da bütünsellik arz eder.
Ebedi bir şimdiki zaman hissi veren doğa ile tarihi yapıların yan yana ya da yakın duruyor olması gibi bir şey değildir İstanbul’daki durum. Ebedi şimdiki zaman etkisi yapan topoğrafya ile geçmiş zamanın taşıyıcısı tarihi yapıların bütünleşmesi, yekvücut olmasıdır İstanbul’da olan. İstanbul’da doğa tarihe, tarih doğaya karışırken, doğanın bir tarihi, tarihin de bir doğası olduğu hissi uyanır. Tepelerden, akarsulardan, çayırlardan kubbelere, kubbelerden de oraya, o tepelere, o topoğrafyaya yansıyan ışık tarihi bugünün, bugünü tarihin ışığında aydınlatır.
İstanbul’daki bir başka yapısal geçişkenlik ise merkez ile çevreninkidir. Çoğu kentte doğa, büyükçe bir parçasıyla kentin merkezinde de yer alsa, sadece bir park, bir bahçe ya da bostan da olsa çevre olarak algılanır, çevre etkisi yapar kentliler üzerinde. Kent merkezleri ise el yapımıdır. İnsan eliyle inşa edilir, üretilir. İstanbul’da ise merkez ile çevre, el yapımı ile doğa mütemadiyen birbirine geçmekte, şehir ya toptan çevresiz bir merkez ya da merkezsiz bir çevre olarak görünmektedir.
Görünmekteydi ya da. İstanbul’da güzelliğin kaybıyla bu bakış kayboluyor artık. Merkezsiz, bütünsel bakış. Kayboldu ya da.
Tabii İstanbul yine de dediğim gibi, kısmetli bir şehir. Onun sahip olduğu güzellik imkânlarına sahip olmayan birçok Anadolu kentinin içinden hızla geçmek bile insanın gözünü acıtır.
Bu dışa, dışarıya yönelik estetik duyumu, estetik hassasiyet ne zaman ve niye yitirildi peki?
Türkiye nüfusunun çoğunluğu ortak hayat alanlarına neden bu kadar yabancılaştı?
Dışarıda estetik bu kadar kaybolmuşken, içeride, özel alanda estetik ne kadar kalır? Hep mi böyleydi yoksa?
Şimdi kolaya kaçıp, "göçebe toplum" sosyolojik klişesine mi sığınayım ben de?..
Hayır, ben bu estetik kaybın sebebini bu ülkedeki yüzeysel dinamizmin hemen altındaki yıllanmış edilgenliğe bağlıyorum.
Demokratik yurttaşlık haklarını kullanma izni verilmemiş, siyasete her müdahalesi zorbalıkla engellenmiş, sivil katılım talebi karşısında vesayetlerden vesayet beğendirilmiş insanlar, haliyle kamusal alana ilişkin son derece edilgen ve duyarsız bir tavır içine girmişlerdir.
Hatta ev dışı alanı bırakınız sahiplenmeyi ve korumayı, onunla giderek estetik duyum üzerinden bir ilişki kurmayı; artık kendi sahiplik alanlarının dışında kalan her yere karşı açıkça düşmanlık duyguları besler olmuşlardır. Bir çeşit agorafobi edinmişlerdir yani.
Kent, müteahhit yapımı bir şey sanılmaya başladığından beri bina dışı kamusal alan (talan edilecek) doğa olarak görülmeye başlamış, agorafobi de doğa algısının ta kendisi olmuştur.
Kapının eşiğinin bir adım ötesindeki toplumsal hayat da artık düşman olunmuş doğanın bir parçası, ürkütücü bir cangıldır şimdi.
Eline güç ve para geçenin inşaatçılık üzerinden kente, kentin tarihi siluetine ve doğasına saldırmasında, bu agorafobinin payı sanıldığından çoktur.
O siyasetçi-müteahhitler sadece kâr maksimizasyonu ve rant peşinde değiller, matah bir şey inşa etmediklerini de çok iyi biliyorlar aslında, burada esas dikkat kesilmemiz gereken onların ve yaptıklarından rahatsızlık duymayan kalabalıkların bu kent korkusu, doğa yabancılaşması hemşeri düşmanlığıdır.
İşte bu ruh hali, güzel sanatlar eğitimiyle de halledilebilecek bir şey değildir.
Önce demokrasi olacak.
Ya da olmayacak ve bir cangıl “fantazmagorya”sında güçlü güçsüzü yutacak.