“Sürece” biraz hakim olanlar hatırlar: Konvansiyonel (CRT) televizyonların oturma odalarımızın kralı olduğu dönemlerin sonlarına doğru “high definition” televizyon teknolojisi geliştirilmişti. Önce “HD-ready” adı altında, yatay satır çözünürlüğü 720 piksel olan TV setleri pazara sunuldu. Bunlar konvansiyonel televizyonlardan biraz daha iyi bir ekran performansı veriyordu ama “high definition” görüntüleri desteklemiyorlardı. Sonra “high definition” görüntüleri destekleyen, yatay satır çözünürlüğü en az 1080 piksel olan ekranlara sahip “Full HD” dediğimiz TV setleri geldi.
“HD-ready” televizyonlar belki geleceğe “hazırdı”, ama geleceğin ihtiyaçlarıyla “yüzleşme” fırsatını reddedip, sadece “hazır” olmakla kaldıkları için kısa bir sürede tarihin çöp sepetini boyladılar.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçtiğimiz hafta Diyarbakır’a gelip burada yaptığı konuşmada söyledikleri, bana partisinin –iddia ettiği- değişimini olduğu kadar TV cihazları teknolojisinde yaşanan ve yukarıda özetlediğim dönüşümü de anımsattı. CHP lideri iki dönüşüm arasında bir analoji kurmaya da imkân veren bu konuşmasını Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM) tarafından düzenlenen “2. Tigris Diyalogları Toplantısı”nda yaptı. Konuşmasının ayrıntılarına girmeden önce, bir CHP liderinin Diyarbakır’a gitmesini ve burada yaptığı konuşmada, Kürt Sorununa dair “değiştik ve yüzleşmeye hazırız” mesajı vermesini önemli bulduğumu belirteyim.
Ama bu “hazır olmanın” da bir son kullanma tarihi var: Siz “hazırız” dediğiniz tarihten bir süre sonra birileri çıkıp, “hazırız demiştiniz, n’aptınız? Yüzleştiniz mi,” diye sorar. Yok “hazırol”da kalmakta (!) ısrarlı iseniz, “HD-ready” TV’lerin kaderiyle buluşuverirsiniz. Ve “hazırdılar ama yüzleşemediler” şeklindeki analizlerin nesnesi oluverirsiniz, bir kez daha.
Evet, “yüzleşmeye hazırız” demek ile “yüzleşmek” arasında “HD-ready” ile “Full HD” özellikli televizyonlar arasındakine benzer temel bir fark var. Ama tabii biz bu farklılığı idrak ettiğimiz noktaya da gökten zembille inmedik. Bu işin bir de konvansiyonel geçmişi var. (Ultra HD geleceğine hiç girmiyorum!)
Deniz Baykal CHP lideri iken, 2008’de Diyarbakır’a bazılarının “tarihi” dediği bir ziyaret yapmış ve buradaki konuşmasında “Kürtleri çok seviyoruz” demişti. “Yüzleşme”ye hazır” bile olamayan Baykal’ın bu “sevgi sözcükleri”, yatay satır çözünürlüğü 480 piksel olan “konvansiyonel” (CRT) TV teknolojisinin 2000’li yıllardaki performansını akla getiriyordu. O yüzden de Baykal’ınki, “too little, too late” bir demeç olarak kalmış, bir alıcısı çıkmamıştı.
Altı yıl sonra Kılıçdaroğlu, bir yanında Gültan Kışanak, diğer yanında Sezgin Tanrıkulu olduğu halde Diyarbakır’daki DİTAM toplantısına geliyor ve “sürecin yasal bir zemine oturtulması gerektiğini” söyleyerek, “hazırız” diyor. Güzel...
Malum, biz bu ülkede temel sorunlarına siyaset marifetiyle çözümler bulabilen, bu amaçla toplumun farklı kesimleri arasında uzlaşmalar geliştirmeyi başarabilen bir demokratik kültür yeşertemedik. Dolayısıyla, temel bir sorunumuzla 30 yıl sonra da olsa yüzleşmeye “hazır” hale gelenleri –ortada bir yol haritaları olmasa da- cesaretlendirmek gerekiyor. Bu memlekette format (!) böyle.
Dolayısıyla, madem böyle, “daha önce elinizi tutan mı vardı” gibi negatif bir yaklaşıma kapılmak yerine arkasının gelmesi için cesaretlendirici olalım ve “hayırlısı” diyelim. Ama bir yandan da CHP’deki diğer arkadaşlara Orhan Gencebay’ın damar şarkısında sorduğu soruyu yöneltelim:
“Arkadaşlar hazır mısınız? Daha güzel, daha mutlu, daha adil, sevgi dolu bir dünya için… Barış için, insanlık için…”
Geçmişteki hatalarınızla yüzleşmeye, “barış sürecinin yasal bir zemine oturtulması” için kendi yol haritanızı ortaya koymaya hazır mısınız?
Eğer hazırsanız, umarım bu hazırlığınızın temellerini de sağlam atarsınız.
Kılıçdaroğlu, “hazır” olduğunu söylüyor. Ama aynı konuşmasında “CHP 1930’ların CHP’si değil” diyerek 85 yıl öncesini benchmark alması biraz düşündürücü! Bir partinin neredeyse bir asır öncesinden iyi durumda olmasının yüreklere su serpeceği umulmuyordur sanırım. Böyle bir gerçeklik, belki 1946’da bir fayda üretebilirdi. Ama 2014 yılında ne kendisine ne de memlekete bir hayrı dokunabileceğini zannediyorum.
İhtimal vermiyorum ama burada niyet daha yakın bir dönemi benchmark almaktan kaçınmak ise, bu biraz can sıkıcı olur. Sebep her ne ise, geçmiş hatalarıyla “yüzleşmeye hazır” bir parti, bir asırlık bir kıyaslamadan medet ummak yerine, çıtayı “CHP 2008’in CHP’si değil” şeklinde bir noktaya getirip, bu güncel farkın Kürtler için bundan sonrasında ne anlama geldiğini anlatabilmeli. Sonra da barış için kendi geliştirdiği yol haritasını, çözümünü konuşup uygulamaya hazır olduğunu göstermeli! Yani, “bu CHP aslında 2023’ün CHP’si” diyebilecek bir özgüven sergileyebilmeli. Dediğim gibi, 1930’ların bir kurnazlıkla konuşmaya dahil edildiğine ihtimal vermiyorum. Ama, aslolan Diyarbakır’a bugünün ve yarının CHP’sini ve Kürtlerin o vizyon içindeki yerini anlatmaya gitmektir. En azından bundan sonrakilerde bu yapılabilir.
İçeriği bir kenara bırakıp, Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır’daki bu önemli fırsatı nasıl bir iletişim tarzıyla değerlendirdiğine bakınca, hâkim tarzın “sitem” olduğunu görüyoruz. Bu benim çıkarsamam da değil. O da konuşmasında “buraya sitem etmeye geldik” demiş zaten. Peki tam olarak neler demiş?
Kılıçdaroğlu, konuşmasının özeti gibi sayılacak bir yerde, “Ben sizin hakkınızı savunuyorum, siz sizi savunmayana oy verdiniz,” demiş, mesela.
Bir yerde de mesela şöyle demiş: “Erdoğan size geldi dedi ki, ‘bu [Diyarbakır] cezaevini yıkacağım, daha modern bir cezaevi yapacağım.’ Özür dilerim ama Diyarbakırlılar da koşa koşa gidip AKP’ye oy verdiler.”
Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının genel çerçevesi sitem üzerine kurulu. İktidarın çeşitli alanlarda yaptıklarına işaret edip, “nasıl olur da Kürtler böyle bir iktidara oy verir” diye soruyor, sitem ediyor. Mesele bu sitemlerinde haklı olup olmaması değil. Bir kere tartışmanın sitemle ve oy üzerinden yürümesini çok sağlıklı bir iletişim yöntemi olarak görmüyorum.
Kılıçdaroğlu’nun sitem yüklü cümlelerinde taze bir güven tesisinden ziyade, “topu karşı tarafa bırakan” bir yaklaşım var. Kendisine oy vermeyenlerle iletişimini geliştirmek isteyen bir partinin bu tip sitemkâr iletişim pratiklerini bir kenara bırakması gerekiyor.
Ve şurası eminim iletişim uzmanlarının da teyit edeceği bir şeydir ki, size daha önce hiç güven duymamış birinin güvenine mazhar olmak istiyorsanız, iki şeyi asla yapmayacaksınız.
Birincisi, o kişiyi kesinlikle tehdit etmeyeceksiniz. Konumuz belki tam da bu değil, ama hatırlarsanız, 17 Aralık 2013 sonrası beliren büyük boyutlu yolsuzluk dosyaları CHP’nin geleneksel AKP tabanına seslenebilmesi için de elverişli bir ortam hazırlamıştı. CHP 30 Mart yerel seçimlerinde dindar kesimlere seslenerek onlardan da oy almayı denedi. Ancak CHP liderinin bu kesimlere seslenen konuşmaları, “bunlara oy verirseniz iki elim yakanızda olur” şeklinde, pek derinlikli olmayan, tehditkâr bir ton taşıdı. Kılıçdaroğlu’nun burada bu kişileri gerçekten tehdit etmek gibi bir niyeti olmadığını biliyorum. Ama cümleyi gereksiz bir kararlılık uğruna böylesine yanlış bir özgüvenle kurarsanız, o iki eliniz de havada kalır. Söylemek istediğim bu.
İkincisi, sitem etmeyeceksiniz. Etseniz bile bunu konuşmanızın hâkim tonu haline getirmeyeceksiniz. Bir kereliğine getirseniz bile, bunu alışkanlığa döndürmeyeceksiniz. Her şeyden önce Kürt sorununun sitem/karşı sitem çerçevesinde ele alınabilme imkânını çoktan tüketmiş olduğunu düşünüyorum. Ayrıca mesele sitemle başlayacaksa, kimin kesesinde bundan bolca olduğu tartışmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açık biçimde ortada. CHP’nin daha önce kendisine oy vermemiş olan Kürtlerin (ya da dindarların) güvenine bundan sonra mazhar olabilmek için yeni, pozitif bir tutum benimsediğini ve duygusal banka hesabına yeni yatırımlar yaptığını duymamız lazım. Sitem bu dilin önünde çok büyük bir engeldir.
Diyarbakır ziyaretinde yapılan bu iletişim zaaflarını memleketin yukarıda değindiğim “formatı” hatırına “bazı aşklar bir sitemle başlar” deyip şimdilik görmezden gelelim. Ayrıca bu ziyaretin arkası nasılsa gelecektir. Önemli olan, varsa, noksanların telafisine gitmeyi bilmek.
Ayrıca unutulmamalı ki, bireylerin seçimlerde verdiği oylar, ortaya koyduğu tercihler siyah/beyaz kutupsallığında ele alınamazlar. Yani bir kişi A partisine oy verince, bu tutumuyla o grubun partizanı olduğunu söylemiş olmuyor. Belki sadece sempatizanıdır. Hatta kafasındaki soru işaretleri onu A partisinin sempatizanı olmaktan bile düşürmüş, bir dıştaki halkaya, yani belirsizliğin hâkim olduğu gri alana taşımış olabilir. Böyle istikrarsız bir alanda iken, yani B partisinden gelebilecek yeni ve cazibeli öneriler, cümleler eşliğinde uzun vadeli çabalarla içeri buyur edilebilecekken, tehdit ya da sitem duymak o kişinin isteyeceği ve ihtiyaç duyacağı en son şey olabilir.
Yani şöyle düşünün. Sevdiğiniz ama bu sevginize geçmişte karşılık alamadığınız, sizi değil bir başkasını seçmiş bir insan var. Fakat hırpalayıcı ve yaralayıcı geçen o ilişkisinin pençesinden, etki alanından çıkmak üzere. Durumu etraftan duymuş, haberini almışsınız: Mevcut ilişkisi her an “ex” haline gelebilir.
Böyle bir durumda metroda karşılaşıyorsunuz. Teskin edici, güven verici, belki yeni ve güzel hayaller kurdurucu binlerce cümle var kurabileceğiniz. Belki o da bu beklentiyle size bakıyor. Ama sizin kurmayı seçtiğiniz cümle, “ben şurada şöyle yaptıydım, sen niye böyle yaptın, niye beni seçmedin” ya da “hele bir bu ilişkiyi daha sürdür, bak iki elim yakanda” oluyor.
Yani, “konuşmak ister misin” değil, “in bi, konuşçaz” havası!
Böyle bir durumda gerçekten o insanı sevmek istediğinizden, ona kucak açmak istediğinizden emin misiniz? Yoksa yapmak istediğini şey, kendinize, mevcut çevrenize “bak işte postayı böyle koyarım ben adama” mesajı vermek mi? “Hazır” olduğunuz şey yoksa sadece bu mu?
Çünkü öyleyse, sizin hazır olduğunuz şeye Kürtler hazır değil belki! Dolayısıyla, bu “hazırlığın” niteliğini anlayabilmek adına Gencebay’ın şarkısındaki soru CHP saflarına takip eden cümleler eşliğinde yöneltilmeli:
“Arkadaşlar hazır mısınız? Daha güzel, daha mutlu, daha adil, sevgi dolu bir dünya için… Barış için, insanlık için…”
Yüzleşmeye ve kendi hayalinizde ona da yer açmaya, ümit vermeye, ümit olmaya ve ondan sonra ümit etmeye hazır mısınız?
Yoksa öyle sadece “hazır” mısınız?
Çünkü eğer sadece “hazır” iseniz... Sadece “hazırol”da iseniz...
Silahların susmasına ve bir süredir gencecik çocukların memleketlerine cenazelerin gelmeyişine bakılarak kalıcı bir barışın çok yakınmış gibi sunulduğu, gerçekte ise Türklerin ve Kürtlerin barışla arasındaki mesafenin hiç bu kadar açılmadığı şu dönemde... Ve toplumun milliyetçiliklerle giderek daha çok sınanacağı yeni bir dönemin kapısı aralanırken... Sadece “hazır” olarak kalacak iseniz...
Belki hemen “batmasın bu dünya” ama...
“Yazıklar olsun, yazıklar olsun!”