İtalyan yazar Umberto Eco, 1980’de yayımlanan, 1986’da da Türkçeye çevrilen romanı Gülün Adı’nda Ortaçağ İtalya’sının kuzeyinde bir manastırda geçen olaylar üzerinden bize neredeyse Aydınlanma döneminin “kahkahanın keşfi” ile açıldığını söyleyecek kadar ileri gider.
Kitap aslında Baskerville'li bir Fransisken rahibinin manastırda meydana gelen ve bir taraftan da polisiye bir akış içinde aktarılan bir takım cinayetlerin ardındaki sır perdesini aralayışı üzerinden ilerler. Cinayetler aydınlandıkça ‘kahkahayı reddin’ manastır yaşamındaki merkezi rolünü de keşfederiz. Çünkü kahkaha dini fanatizm de dahil bütün totaliter yaklaşımların temelindeki korkuyu ortadan kaldırmaktadır. Korku silinince de yol şüphelere ve sorgulamalara açılmakta, tabular yıkılıp hakikate yaklaşılmaktadır.
O nedenle de Ortaçağ İtalya’sında kurulu düzen korkuya dayalı hakimiyetini sürdürmek için kahkahanın dinen caiz olmadığını haykırmış, gülmeyi ve gülmeyi öneren eserleri yasaklamıştır. Karanlık Çağ’ın egemenlerinin Gül’ün Adı’nda da zikrettikleri bakış açısına göre, “Bir keşiş gülmemelidir. Zira İsa da gülmemiştir. Yalnızca aptallar gülüp kahkaha atarlar.”
Ortaçağ temelli Hıristiyan ikonografisinde bu yüzden –Niğde Gümüşler Manastırı’ndaki gibi berbat bir restorasyon hatası olmadıkça- gülen bir yüze rastlayamayız.
Tam da bu yüzden Keşifler Çağı aslında devrimci bir güç olan “kahkahanın keşfi” ile açılmıştır. Eco’ya göre bu keşfin ilk işaretlerini eserleri Ortaçağ’da aslında Plato’dan daha çok rağbet gören Aristo’nun Poetika gibi eserleri vermiştir.
Fransisken rahibimiz William’ın manastırda işlenen cinayetleri aydınlığa kavuşturuşu sırasında bu gerçekleri de içten içe hissederiz.
TBMM’de dokunulmazlıkların kaldırılmasına yönelik oylamaların yapıldığı 20 Mayıs 2016 günü Ak Parti milletvekillerinin sandık başında kahkahalar eşliğinde toplu fotoğraflar çektirdiklerini gördüğümde, Eco’nun bu romanını ve kahkahanın merkezi rolünü bir kez daha hatırladım.
Ancak 2016 Türkiye’sindeki kahkahalar Orta Çağ İtalya’sından farklı bir işlev görüyor; pek de Aydınlanma’ya açılmıyordu. Bu kahkahalar Türkiye Kararma yaşarken atılıyordu sanki!
En az 6 milyonluk millet iradesi hiçe sayılıyor, Meclis kendini adeta lağvedercesine otoritesini tek bir kişiye teslim ediyordu.
Peki ülkenin acı bir karanlığa sürüklenişi karşısında bazı milletvekillerinin zafer eda ve jestleri eşliğinde kahkahalar atarak toplu fotoğraflar çektirmeleri şaşırtıcı mıydı?
Hayır!
İsterlerse o kahkahaları atanlar bir zamanlar Meclis’e girebilmek için uzun mücadeleler veren başörtülü kadın vekiller olsun! İsterlerse de 28 Şubat’ı derin bir mağduriyet şeklinde yaşayan erkek vekiller olsun!
Biz biliyoruz ki, böyle karanlık bir eşikte dehşete kapılmak yerine büyük bir rahatlık içinde gülmeyi yalnızca onlar başarabilirdi.
Halkın temsilcilerini Meclis'ten gönderecek olmanın “hazzını” ancak onlar yaşayabilirdi.
Bu kahkahalar her ne kadar ülkenin koyu bir faşizme sürüklenişine refakat ediyor görünse de, genel sağaltıcı etkisini de unutmamak lazım tabii.
Çünkü vekillerin tam da o koyuluğun yüklediği rahatsızlık verici durumdan sıyrılıp boşalmalarına ve uyum sağlamalarına, ezcümle hiç bir şey olmamış gibi hayatlarını idame ettirmelerine de katkıda bulunuyordu.
Biz o gün Meclis’te sanki Gestalt tedavisinden bir parça izledik. Kahkahalar şüphe ve sorgulamalara engel olan, hakikati gizleyen bir tiyatro işlevi görüyordu!
Ayrıca unutmayalım, olup biten karşısında kahkaha atmak yerine korkup dehşete kapılsalardı, yıkılmaz gibi görünen iktidarlarının zafiyetini hem aşağıya hem de yukarıya karşı ele verselerdi, daha parlak bir noktada olurlar mıydı sizce?
Nazi’lerin Almanya’da ilk açtıkları toplama kamplarından olan ve 30 binin üzerinde insanın ölümünden sorumlu tutulan Dachau üzerine üretilmiş fıkralardan birini bilen mutlaka vardır:
İki Alman yolda karşılaşır. Biri sorar; “seni tekrar gördüğüme sevindim. Toplama kampı nasıldı?”
Diğeri cevap verir: “Harika! Kahvaltı yatağına geliyor, istediğin kahve çeşidini ikram ediyorlar, öğlen menüsünde çorba, pirzola ve tatlı oluyordu. Öğleden sonraları oyunlar oynuyorduk. Ardından kek ve kahve saati geliyordu. Sonra biraz kestiriyor, akşam yemeğinin ardından da film izliyorduk.”
Adam duyduklarına inanamaz: “Vay canına! Geçenlerde kendisi de o kampta tutuklu olan Meyer’e rastladım. O bana çok farklı bir hikaye anlattı.”
Bizimki ciddiyetle kafasını sallar ve tekrar söze girer:
“Evet, o yüzden onu tekrar içeri aldılar.”
Mizahın ve kahkahanın nerede ne amaçla devreye gireceğini, suçun altını çizmek üzere mi yoksa silmek üzere mi işlev göreceğini her zaman bilemeyiz.
“Kahkaha atacaksın” şeklinde bir 11. Emir de yoktur kutsal kitaplarda. Ancak Baskerville’li William gibiler bunun Ortaçağ İtalya’sında Rönesans’ı müjdeleyen bir nitelik taşıdığından haberdardılar.
Bizde ise bu cümle karanlık bir dönemin kapısını aralatan bir emir olmuştu sanki!
Dokunulmazlıkların kalkmasını mümkün kılan o oylamayla ilgili en kısa, öz ve anlamlı yorumlardan biri geçenlerde Twitter’daki bir hesaptan geldi:
“Meclise girmesinler ama dağa da çıkmasınlar, barışmayalım ama savaş da sürmesin, birlikte yaşamayalım ama ayrılmasınlar. Korkunç ama Evet.”
Evet, korkunç ama böyle!
İsteyen kahkahalarla gülebilir.
Bu mevzuları kahkaha eşliğinde hatırlamanın tabu olacağı günlerde döner bir daha bakarız o fotoğraflara!