Geride bıraktığımız Ekim (2014) ayında medyada öne çıkanlara –aslına bakarsanız çoğunlukla çıkmayanlara (!)- kişisel ve mecburen taraflı bir bakış isterseniz, buyurun buradan okuyun...
TÜRKİYE’DE AYIN İNSANI
Ekim ayında bence Türkiye’de ayın insanı, Cumartesi Anneleri idi. Gözaltında kaybolan çocuklarının ve yakınlarının akıbetini sormak için 1995 yılından bu yana her hafta İstanbul Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri/İnsanları, 25 Aralık Cumartesi günü aynı yerde 500’üncü kez bir araya geldiler. Eylemlerinde Arjantin’de askeri cunta yönetiminin 1976-1983 yılları arasında yok ettiği çocuklarını bulmak için Plaza Del Mayo’da toplanan annelerden esinlenen aileler, polisin sert saldırıları nedeniyle 13 Mart 1999’da oturma eylemlerine ara vermişlerdi. 31 Ocak 2009’dan itibaren yeniden bir araya gelen ailelerin başlıca talepleri şunlar: Kayıpların devlet arşivlerinde kayıtlı akıbetlerinin açıklanması, faillerin yargılanması, TCK’da zorla kaybetme suçunun insanlığa karşı suç kapsamında zaman aşımına uğramayacak şekilde düzenlenmesi ve Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Gözaltında Kayıplar Sözleşmesi’ni imzalaması.
DÜNYADA AYIN CANLISI
Ekim ayında “Dünyada Ayın İnsanı,” yerine “Dünyada Ayın Canlısı”nı seçmek istedim. Çünkü böyle bir unvanı sembolik de olsa çok önceden hak ettiğini düşündüğüm biri vardı: 2011 yılında Atina’nın Syntagma Meydanı’nda yapılan protestolarda güvenlik güçlerine karşı ön saflarda yer alan ve bu nedenle adı “isyancı kopek”e çıkan Loukanikos. Ekim ayı on yaşında olduğu tahmin edilen Loukanikos’un son nefesini verdiğini öğrendiğimiz bir ay oldu. Bir “sokak köpeği” idi Loukanikos. Sosisi sevdiği için bu adı (sosisçi) vermişlerdi kendisine. Loukanikos Yunanistan'da Doğrudan Demokrasi Şimdi! hareketinin başlattığı gösterilerde direnişin sembolü olmuştu. Protestocular, yaşanan kargaşada Loukanikos’un çoğu kez göz yaşartıcı gaz kapsüllerini kaparak ya da onları iterek kendilerini koruduğuna tanık olduklarını söylüyordu. Onun bir insana göre küçük ve önemsenmeyen bedeni soluduğu biber gazlarından fazlasıyla etkilenmişti. Protestoların dinmesi akabinde, sağlık sorunları eksik olmadı. Göstericilerden biri Loukanikos’u çok sevmiş olmalı ki, sahiplenmiş, evine almıştı. Yaşadığı evde, kanepede uyurken vermiş son nefesini. 10 yaşında olduğu tahmin ediliyordu. Sokak sanatçıları Louka’nın hatırasını sokaklarda ölümsüzleştirdiler. Time dergisi bile, “En Ünlü 100 Şahsiyet” listesine aldı bu yiğit devrimciyi. Yorgo Kırbaki unutmadı, “Syntagma Meydanı öksüz” dedi. Kanat Akkaya, “ıslak burnundan, kıvrık kulaklarından öperim” dedi. Ben de araçlarını park etmesini, o parktan çıkmasını bilmeyenlerden ötürü her 4-5 sokak köpeğinden birinin topal dolaştığı acımasız İstanbul sokaklarından selam gönderiyorum Loukanikos’a: “Eğer bir cennet varsa Louka, eminim bütün köpekler oraya gidecektir. Ama “yeryüzü cennetini” de biliyoruz az çok ! N’olur bizim sokakların sosisi pek bulamayan “komşu” köpekleri de oraya geldiğinde, onları koru. Güzel gıdından öperim.”
AYIN OLAYI
Ekim ayının olayı, aranınca bulunmayan ama iş bu ülkedeki bazı toplulukların acılarıyla alay etmeye gelince hiç bir fırsatı kaçırmayan adaletin utanç vericiliği oldu. Savcılık cumhuriyet tarihinin belki de en büyük rüşvet ağını ortaya koyan 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturması ile ilgili olarak 17 Ekim’de kararını açıkladı. Suçun oluşmadığını, delillerin usulsüz toplandığını, örgüte rastlanmadığını savunan savcılık eski bakanlar Güler ve Çağlayan’ın oğulları Barış Güler, Kaan Çağlayan ile Rıza Sarraf ve Süleyman Aslan’ın da aralarında bulunduğu 53 kişi hakkında takipsizlik kararı verdi. Sarraf ve bakan çocuklarının aklandığı 17 Ekim günü, Cumhuriyet gazetesine “Utan Adalet” şeklinde manşet attıran başka bir olay daha oldu. Gezi Direnişi’nde polis kurşunu ile öldürülen Ethem Sarısülük’ün ailesi o gün kendisini sanık sandalyesinde buluverdi. Neden? Çünkü Ethem’in annesi Sayfı ile kardeşleri Cem, İkrar ve Mustafa Sarısülük oğullarını vuran polis Ahmet Şahbaz’ı darp etmekle ve katil diyerek hakaret etmekle (!) suçlanıyorlardı. Hakim karşısına çıktılar. Başka bir mağdurun ailesini kalabalıklara yuhalatabilen bir devlet neden diğerlerini de sanık sandalyesine oturtmasındı! 17 Ekim bu ülkede devletin mağdurlara sopa gösterdiği ilk gün değildi. Ama galiba son da olmayacaktı.
AYIN MANŞETİ
Ekim 2014’te Ayın Manşeti 24 Ekim 2014 tarihinde “Fazla Rant Azdırır” manşetiyle çıkan Birgün gazetesine aitti kanımca. Gazetenin manşetinin altındaki altbaşlık Validebağ’daki durumu özetliyordu: “Fazla tolerans karşındakini azdırıyor, diyen Üsküdar Belediye Başkanı Türkmen yargı kararına rağmen Validebağ Korusu’nda inşaata devam ediyor İnşaata engel olmak isteyen yurttaşlar önce saldırıya uğradı ardından gözaltına alındı.” İstanbul’un orta yerindeki ender saf koruluklarından biri olan Validebağ’a bakınca bazılarımızı yüzlerce kuş türü görebiliyoruz. Ama bazıları bakınca “mezbelelik” görüyor. Temizlemek (!) istiyor. Nasıl temizlenir? Rant ile tabii ki. Bir de “kalkan” lazım. O da camii olsun mu? Olsun! Şöyle ufak bir cami, dükkanlar, ardından bir tesis... “Biri AVM dedi... Evet evet onu da yapıcaz ilerde.” Yeni bir şey değil bunlar. Hukuksuz, geleneksel vahşi kapitalizmimiz ilk kez bir şeylerin arkasına saklanmıyor. İlk kez bir “temizlik” sırasında birilerine “zabıta” üniforması da giydirmiyor. “Yeni Türkiye”de her şey çok eski!
AYIN HABERCİSİ
Radikal gazetesinden Fehim Taştekin bence Ekim 2014’te Ayın Habercisi idi. Türkiye’nin burnunun dibindeki savaşa sırtını yaslamış özerk ama kırılgan bir yapılanma var Rojava’da. Ve burada insanlar IŞİD’in saldırılarına karşı vatanlarını savunuyorlar. Ancak bu denklemde kim kim? Bölgenin ekonomisi neyin üzerinde dönüyor? İnsanlar ekonomik ambargodan nasıl etkileniyorlar? Uluslararası koalisyonla başlayan yeni süreçte Ankara ne yapmak istiyor? Taştekin, bu ve benzeri çok sayıda soruyu masabaşında değil, Ortadoğu coğrafyasında soruyor, yanıtlarını bulunca da bizlerle paylaşıyor. Taştekin’in özellikle 3 Ekim 2014 tarihli “Rojava Ekonomisinin Anatomisi: Bir Tas Çorba” başlıklı, 10 Ekim 2014 tarihli “Eğit-donat: Bir Batak Hikaye Daha” başlıklı ve de 1921’de ‘Bizi neden Fransızlara bıraktınız, neden kardeşi kardeşten ayırdınız’ diye Ankara’ya kahır dolu bir mektup yazan Kürtlerin torunlarından gelen yeni mektuba yer verdiği, 22 Ekim 2014 tarihli “Kobani’den Bir Mektup” başlıklı yazıları içlerinde yer alan haber, izlenim ve analiz unsurlarıyla Taştekin’in Türk medyasında şu dönemde ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu gösteriyor.
AYIN EN İYİ KÖŞE YAZISI
Ayın belki de en iyi köşe yazısı, 29 Ekim 2014 tarihli Diken’de “Bunun Adı Maganda Medeniyeti” başlıklı bir yazı kaleme alan Nuray Mert’tan geldi. Mert yazısında bitmek tükenmek bilmeyen iş kazalarımızın (!) insanlık iflasımıza işaret ettiğinin altını çiziyordu. Bir ihtiras piramitinin altında bir insanlık iflasının yattığını vurgulayan Mert, “çıldırmış gibiler, bir yandan şehirleri beton ormanına çevirip öte yandan Osmanlı şehri hayalinden bahsediyorlar. Bir yandan maganda kapitalizmine ön verip öte taraftan ‘manevi kökler’den söz ediyorlar” dedikten sonra, yazısını şu sözlerle bitiriyordu:
“Aralarında hangisi bu muhayyel nesle rol model olacak merak ediyorum… Para kasalarıyla uyuyanlar veya ihale peşinde bir büyük maratonun sefil koşucuları mı? Yoksa, söze Habermas, Foucault diye başlayıp her çetrefil meseleyi Yahudi komplosuyla izah ederek bitiren ‘büyük entellektüel’leri mi? Yoksa, saçını sakalını siyaset felsefesiyle ağartıp sonunda Gezi’yi vandallık diye karalayan, Tophane’deki magandalıklara ise ‘mahalle’nin yeniden inşası’ diye güzelleme yazan yeni dostları mı?”
AYIN EN İNFORMATİF KÖŞE YAZISI
Ekim ayı Türkiye’nin dış politika sahasında epeyce “gol yediği” bir ay oldu. Biz sıradan vatandaşlar için daha çok kuru gürültüyle maruf bu sahada ne zaman ne goller oluyor, kim kafadan atıyor, kim kime şandelden takıyor, anlamamız kolay olmuyor. Ama işte gazeteciler bunun için var. Yani tabi bazıları! Enformasyon, yani malumat sahibi olabilmemiz için. Tolga Tanış bu gazetecilerden. Tanış, 21 Ekim 2014 tarihli Hürriyet gazetesinde “10 Soruda Kobani Silahları” başlıklı yazısıyla ABD ve Türkiye arasındaki “diplomatik satranç” oyununun son safhasında olup bitenlere kendi elindeki bilgileriyle açıklık getiriyordu. Bu açıklık önemli çünkü, yazıda Tanış’ın da vurguladığı gibi, “40 gün içinde bir Başkan, bir Başkan Yardımcısı, bir Dışişleri Bakanı, bir Savunma Bakanı ile yüz yüze dört toplantı, iki üst düzey heyet görüşmesi ve sayısız üst düzey telefon konuşmasından sonra” bile Ankara’nın Amerikalılarla olan bu müzakerelerde hangi pozisyonda olduğunu şaşalamadan anlatacak bir Allah’ın kulu bulmak zor bu memlekette.
Tanış’ın Washington’dan başarılı bir şekilde geçtiği bilgiler bu konunun olduğu kadar pek çok diğer konunun da ipuçlarını sergilemek açısından çok önemli.
AYIN EN EĞLENCELİ KÖŞE YAZISI
Hürriyet gazetesinin en keyifli yazarlarından Selahattin Duman’ın, 26 Ekim 2014’te “Cebime koydum leblebi, karıştırdım Şam'ı Halep’i” başlığıyla kaleme aldığı pazar yazısı hayli lezzetliydi. Ve kanımca geçen ayın en eğlenceli köşe yazısı oldu. Eğlenceli dediğime bakmayın, öğreticiydi de. Özellikle de memleketimizin dış politikadaki başarısının alametlerini nerede arayacağını bilemeyenler için. Duman yazısında bu gizemi bizler için şöyle aydınlatıyordu:
“Elin istemezleri ‘Bunlar bölgeyi birbirine karıştırdı, Allah sonumuzu hayır eyleye..’ deyip söylenedursun, ben Başbakanımızın şekillendirdiği bu güler yüzlü dış politikadan çok memnunum. Gün gelecek Kobani de IŞİD de tarih olup, unutulacak. Lakin onun muhalefetin başı için yaptığı Karagöz oyunu repliği tadındaki “Çakma Gandi” esprisi, yıllarca konuşulacak.
Malezya’dan alınma diplomalarına hazine tahvili gibi faiz işleyesi Başbakanım, akademisyenim bu güler yüzlü dış politikanın birinciye gelen mimarıdır. Başarısının alameti de herkesin halimize bakıp, gülmekten yerlere yatmasıdır.”
AYIN EN UFUK AÇICI FİKİR YAZISI
Birikim Dergisi’nin Ekim 2014 tarihli 306. sayısında yayımlanan Arzu Yılmaz imzalı ve “Kürt siyasal hareketi - bir durum muhasebesi: Barışı örgütlemek” başlıklı yazı, kanımca geçen ayın en ufuk açıcı fikir yazılarından biri oldu.
“Irak Kürdistanı’ndaki Kürt mültecileri” üzerine Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde doktora tezi yazan Yılmaz yazısında, barışı örgütleme misyonunun PKK özelinde nasıl pratikleştiğini anlatıyordu. “Türkiyelilik refleksi” ile “Kürdistanî refleks” arasında yaşanan gerilime de dikkat çeken Yılmaz, siyasi ve kültürel rekabet içinde olsalar da ancak ve ancak birbirini ötekileştirmeyen bu iki kimlik arasındaki bütünlüğü iyi kavrayan bir barış sürecinin başarıya ulaşabileceği düşüncesinde.
“Kürdistanî refleksi dışlayarak AKP hükümetinin geleceği nokta burasıdır” diyen Yılmaz, PKK’nın da “Kürdistan savunmasının her iki ayağının da baş aktörü olma iddiasını sürdürmekte zorlandığına” ve artık bir idealin öncüsü değil paydaşı olduğuna dikkat çekiyor. Arzu Yılmaz’a göre, nihai barış sağlandığında PKK’nın demokratik siyaset alanındaki yerini belirleyecek olan da bu paydaşlık pozisyonu. (Bu arada, Arzu Yılmaz’ın son dönemdeki düşünce ve yazılarının bazılarına Agos ve Diken üzerinden de ulaşabilirsiniz.)
AYIN KİTABI
Ekim ayında “Ayın Kitabı”, kanımca Metis Yayınları’ndan Jacques Ranciere imzasıyla çıkan “Cahil Hoca: Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders” isimli kitabı oldu. Savaş Kılıç tarafından Türkçeye çevrilen kitap, bir medeniyet iddiası varmış gibi yapıp hızlıdan köşe dönerek zengin olanları örtük rol model yapan ülkemizde belki de en zayıf olduğumuz alan olan eğitim üzerine farklı bir perspektiften düşünmemize olanak tanıyacak cinsten. “Özgürleştirmeksizin eğiten aptallaştırır,” diyen Cahil Hoca, eğitimciler ve eğitim sistemi üzerine kafa yoranlar için olduğu kadar siyaset felsefesiyle ilgilenenler için de ufuk açıcı bir kitap. Yaşadığımız çağın en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Ranciere’i yine Metis Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmış, Siyasalın Kıyısında, Filozof ve Yoksulları, Özgürleşen Seyirci, Tarihin Adları ile İletişim Yayınları’ndan çıkmış Estetiğin Huzursuzluğu ve Demokrasi Nefreti gibi kitaplarıyla biliyoruz.
AYIN TV PROGRAMI
Bence Ekim 2014’te “Ayın TV Programı” NTV’de yayınlanan Mete Çubukçu ile PASAPORT programı oldu. Mete Çubukçu Haziran ayının sonlarından bu yana Suriye’de olup bitenlere, bölgedeki çatışmaların taraflarına bölgeye sayısız sefer yaparak, çok sayıda insanla konuşarak yer veren değerli bir gazeteci. PASAPORT’un özellikle 13 Ekim 2014’te ekrana gelen bölümü Kobani’de olup bitenleri anlamak için birinci el tanıklıklara başvuran güzel bir belgesel niteliği taşıyordu. Çubukçu, 27 Ekim tarihli PASAPORT’ta ise Suriye’de 3.5 yıldır süren iç savaşın nasıl başlayıp bugünlere geldiğini, bundan sonra bizi nelerin bekleyebileceğini aktarıyordu. Ekranların çok seslilikten ve objektif habercilikten epeyce uzak olduğu şu dönemde Mete Çubukçu ile PASAPORT “kış ortasında çilek” gibi geliyor.
AYIN SÖYLEŞİSİ Yayın hayatına yeni başlayan Magma dergisinden Serkan Ayazoğlu’nun Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Cemal Kafadar ile yaptığı ve “İnsanlık Suçu İşleniyor” başlığı taşıyan söyleşisi kanımca “Ayın Söyleşisi” oldu. Muhafazakarlıktan Gezi’ye, İstanbul’dan korumacılığa pek çok alanda derinleşilen bu enfes söyleşide Kafadar, tarihi ve doğal mirasın korunması konusunda muhafazakarlığın ne denli yıkıcı bir karakter sergilediğini de vurguluyordu. Aşağıdaki cümle bu söyleşiden aklımda yer tutmuş pek çok paragraftan sadece birisi:
“Gelişmenin kalkınmanın kaçınılmaz maliyeti gözüyle baktığınız anda çevre ve tarih perişan olacaktır. Bunları dengelemek kolay iş mi? Değil elbette ama iktidara talip olan bunu düşünmemişse neyi düşünmüştür?”
Magma’ya yayın hayatında başarılar dilerken, Kafadar söyleşisini henüz okumayanlara da bir an önce dergiyi alıp özel eki Baykuş’un sayfalarını çevirmelerini şiddetle tavsiye edelim.
AYIN ÖNGÖRÜSÜ
Ekim 2014’te “Ayın Öngörüsü” 2008 yılının Kasım ayında başlattığı parasal genişleme politikasını sonlandıran ABD’nin bu kararıyla emtia fiyatlarının gerileyeceğini, hammadde ihraç eden Brezilya, Rusya ve Şili ekonomilerinin darboğaza gireceğini öngören Taraf gazetesi yazarı Süleyman Yaşar oldu. Yaşar, Ekim ayının son gününde kaleme aldığı yazısında, bu rahat dönemde basılan dolarlar nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde 16 trilyon dolarlık bono iç pazarı oluştuğunu, paranın bu pazarlardan çıkışının gelişmekte olan ülke ekonomilerine büyük şoklar yaşatabileceğini öngörüyordu. Ve de ilave ediyordu: “Önümüzdeki genel seçimlerin de etkisiyle dolar Türk parası karşısında 2.40 düzeyini aşabilir. Bu nedenle Merkez Bankası’nın bundan sonra dövizi tutabilmek için faiz artırımını deneyebileceğini söylemek herhalde yanlış olmaz.”
AYIN DEMECİ
Ekim ayı demeç renkliliği (!) açısından çok bereketli bir ay oldu. Nikahsız ilişkiyle bebeğe tecavüzü bir tutan Samsun müftüsü gördük bu ay. Yeni yargı paket için “Bundan sonra herkes bilecek ki sokak için çağrı yapanın çağırdığı yer ya mezar ya da hapishane” ifadelerini kullanan öğretim üyesi gördük. “Üniversitelerin Anadolu’yu bozduğunu, Anadolu şehirlerini ve insanını kirlettiğini” düşünen bir yazar, bir Yusuf Kaplan gördük. “Bu memlekette fazla tolerans karşındakini azdırıyor” diyen belediye başkanı gördük. “IŞİD öldürüyor ama işkence bari yapmıyor” diyen milletvekili gördük. Hukuku hatırlaması, adaleti hatırlatması gerekirken şiddete “misliyle karşılık vermek”ten bahseden İçişleri Bakanı gördük bu ay. “Yakılan her TOMA’nın yerine 5-10 TOMA daha alınacağını” söyleyen bir Başbakan gördük. Ermenek’teki “doğal afet” sonrasında madencilere “Keşke daha önce bir mektup yazsanız ya da bir şekilde bize bunu bildirseydiniz, gereğini yapardık,” diyen bir Cumhurbaşkanı! Kısacası belirli bir siyasi kültürün hasat mevsimi gibiydi Ekim. Topladık dağılan meyvelerini merhametsiz, izansız kalbimizin! Ancak bu demeçlerden, ifadelerden biri vardı ki, belki diğerleri kadar çok yankı bulmadı ama bence kültürümüzün temelinin “ağacın yaşken eğildiğini” göstermesi bakımında çok özeldi. Demeci veren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı yolsuzluk soruşturmasında adı geçen Erdoğan Bayraktar’dan ‘devralan’ İdris Güllüce. Verdiği yer, Karabük Üniversitesi. Vesile, Karabük Üniversitesi’nin (KBÜ) düzenlediği “İllerimiz Karabük Üniversitesi’nde ayyıldızın altında buluşuyor” etkinliği. Eh etkinlik böylesine dev bir amaç ve içeriğe sahip olunca demeç te öyle oluyor ve bakın “süreci hızlandırmak” amacıyla diktiği fidanlara ne talimatlar veriyor, nasıl sert çıkıyor Çevre Bakanımız İdris Güllüce: “Adam gibi büyüyeceksiniz tamam mı? Öyle cılız mılız kalmak yok, sararmak falan yok. Valla gelir bağırırım. Adam gibi büyüyeceksin, ben de seni seveceğim.” Ve sonra da sever gibi yapıyor bir ladin fidanını.
Çevre Bakanımızın Ekim ayındaki bu ifadeleri bana devletimiz tarafından bu günlere milletçe nasıl getirildiğimizin en güzel göstergesi gibi geldi. Hatta bence bu ifadeler sadece ayın değil “yüzyılın demeci” gibi geliyor bana!
Bu şekilde sevilerek “adam gibi” büyüyorsan (!) bir ülkede, meyveler de böyle oluyor işte! Hani anlamayan kaldıysa nasıl geldiğimizi bu noktalara, “süreci hızlandırmak” için söylüyorum.
twitter: @akdoganozkan