Irak ve Suriye’yi bugün kana boğan savaş aslına bakılırsa bundan çeyrek yüzyıl önce kuyruklu bir yalan ve bu yalanın karşısındaki suskunluğun tetiklemesiyle başlayan bir sürecin uzantısı. Benim bugünü anlamada Ortadoğu’da çok önemli bir “mihenk taşı” olarak gördüğüm ilk büyük yalan, 1990 yılı Nisan ayında, yani I. Körfez Savaşı’ndan yaklaşık 9 ay önce, Batılı ajansların geçtikleri bir haber üzerine inşa edildi. Söz konusu habere göre, İngiltere’nin kuzeydoğusundaki Middlesbrough Limanı’nda, yüksek kaliteli çelikten yapılma, dokuz parçadan oluşan ve monte edildiğinde 40 metre uzunluğa oluşan bir boru ele geçirilmişti. Irak'a gönderilmek üzere limanda bekleyen borunun fotoğrafları basın yayın organları aracılığıyla kamuoyuyla paylaşılmıştı.
Ana akım Batı medyasına bakılırsa, Irak 2 bin kilometre menzilli, gerektiğinde uzaya bile mermi atabilecek, dev bir top yapma hazırlığı içindeydi. Irak “kıyamet topu” üretiyor, “dünyayı tehdit ediyordu”. (“Yok daha neler” demeyin, daha neler var, hepsini anlatacağım.)
Bu iddiaları sorgulamadan, araştırmadan gerçekmiş gibi aktaran Batı’nın “hür basın” kuruluşlarına göre, söz konusu 40 metrelik boru, Irak lideri Saddam Hüseyin’in geliştirdiği “kıyamet topu”nun namlusu idi. Ve engel olunmazsa, o namlu sadece Bağdat yönetiminin Ortadoğu’daki İsrail gibi düşmanlarına değil, “hür dünyaya,” yani Batı’ya da yönelecekti.
Belli ki, Tahran ile Bağdat arasında 8 yıl süren savaş 1988’de sona erince, ABD ve İngiltere’nin İran’ı istikrarsızlaştırma çabaları doğrultusunda Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’e verdiği askeri ve politik destek kullanım ömrünü tamamlamıştı. Sovyetler Birliği’nin de desteğini arkasına almış olan Bağdat yönetimi ufak ufak kendi yoluna gider olmuştu. Saddam’In insanhkları bahsindeki sicilinin kabarıklığı bilinen bir şeydi. Ancak Batı’dan icazet almayı bırakmış Saddam Hüseyin, şimdi “hür dünyayı” yok edecek bir silah peşinde miydi?
Bu arada, Türkiye’de de ana akım medya, “kıyamet topu” meselesinin arkaplanını araştırma niyetlisi olmadığı koca puntolarla birinci sayfalarından verdikleri “İşte Süper Top” başlıklı haberlerle net biçimde ortaya koymuştu. Bu haberlerde, Irak’ın nükleer başlıklı füzelerini (!) fırlatılmakta kullanacağı öne sürülen “kıyamet topu”nun bazı parçalarının Haydarpaşa Gümrüğü’nde bekletildiğini yazıyordu. (1)
Türkiye kamuoyunu Bağdat yönetimine karşı dolduruşa getirmeye çalışan ana akım medya kuruluşlarımız yaratıcılıkta (!) çıtayı daha da ileri götürmüş ve Erzurum, Erzincan ve Adana’nın Irak'ın bu kitle imha silahının menzilinde olduğu yalanını servis etmeye koyulmuştu.
Birileri bizi artık komik dahi sayılamayacak bir dolduruşa getiriyor, anaakım medyamız ise Türkiye’nin komşusuyla arasını açmaya yönelik bu dolduruşu sorgulama ihtiyacı duymuyor, tam tersi yaratıcılığıyla (!) temellendirmeye çalışıyordu. Atış serbestti!
Dönemin sorgulayıcı köşe yazarlarından İlhami Soysal’ın dediği gibi, “atıcılıkta daha tedbirli” olanlar, Irak’ın bu topuna doğrudan “kıyamet topu” demiyor, “boru top” ya da “süper top” demeyi tercih ediyorlardı.(2)
Kimsenin çelik boruları Bağdat’a ya da üreticisine sorduğu yoktu. Zira Irak yönetimi çelik boruların petro-kimya sanayinde kullanılan standart borular olduğunu söylüyordu. Daha da önemlisi, borunun üreticisi olan İngiliz Sheffield Forgemasters şirketi de aynı şeyi söylüyor, siparişin İngiltere hükümetinin onayıyla alındığını özellikle vurguluyordu. Ama ne CIA ne MOSSAD ne de Batı’nın ve Türkiye’nin “hür basın” kuruluşları bu açıklamalara itibar ediyordu.
Hür basınımız, “uzmanlarla konuşalım, belgeleri inceleyelim, araştıralım ve nedir bu işin aslı astarı öğrenelim,” şeklinde bir yaklaşım içinde değildi.
Bu haberler böyle böyle pişirilirken Ağustos 1990’a gelinmiş, Irak tarihsel olarak toprakları üzerinde hak iddia ettiği Kuveyt’i 2 Ağustos tarihinde işgal etmişti. Matah bir şey değildi elbette yaptığı, ancak sonradan ortaya çıkacaktı ki, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ile Irak Başbakan Yardımcısı Tarık Aziz 25 Temmuz günü, yani Irak’ın Kuveyt’i işgalinden yaklaşık bir hafta önce, ABD’nin Irak Büyükelçisi April Glaspie ile görüşmüşlerdi. Görüşmenin transkriptlerine bakılırsa, bu görüşmede Büyükelçi, Saddam’a Kuveyt üzerindeki tarihsel hak iddiaları ve bu ülkeyle aralarındaki sınır ihtilafı konularında, “Siz Araplar arasındaki ihtilaflara dair bizim bir kanaatimiz yok. Kuveyt meseleniz Amerika’yı ilgilendirmiyor” demiş ve bu sözleriyle Saddam’ın Kuveyt’i işgaline adeta yeşil ışık yakmıştı. Büyükelçi, ya çok büyük bir acemilik sergilemiş ya da gayet kurt bir taktikle Saddam’ Hüseyin’i bir “fare kapanının” içine yürümesi konusunda cesaretlendirmişti. Ve Saddam da savaş sonrası ekonomik sıkıntılarını Emirliğin petrol gelirleriyle dindireceği ve içerde büyük bir popüler destek yakalayabileceği hesabıyla bu kapana doğru yürümüş ve kurnaz hasmına muazzam bir fırsatı altın tepside sunmuştu.
Saddam’ın bu harekâta ABD’nin zor kullanarak tepki vereceğini baştan bilmesi halinde böyle bir işgale kalkışmayacağı hep söylenegelmiştir. Irak’ı çok iyi bilen ABD’li tanınmış gazeteci Edward Mortimer’ın New York Review of Books’un Kasım 1990 sayısında yazdığı (bir okura cevap niteliğindeki) makalesi de bunu teyit eder niteliktedir. Mortimer, bu yazıda Saddam’ın hem Glaspie ile görüşmelerinden hem de Washington’daki Amerikan Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden edindiği izlenim ile ABD’nin işgal karşısında sadece sözlü bir kınama ile yetineceği hesabını yaptığının ve aksi olması halinde işgale cesaret edemeyeceğinin altını çizer.
Ancak ABD işgale sert tepki göstermiş, Irak’ı bu ülkeden zor kullanarak atma konusunda hızla müttefikleriyle diyaloğa geçmiş ve derhal aksiyon almıştı. Irak’ın Kuveyt’i işgal ettiği 2 Ağustos’tan bir gün sonra akşam saatlerinde daha TBMM bile konuyla ilgili olarak toplanmadan, ABD Başkanı (baba) George Bush Türkiye’nin fiili lideri Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı arayarak Irak ile aramızdaki petrol boru hattını kapatmamızı “rica ediyordu.” Bu bize yılda en az 500 milyon dolar zarar yazacak olan bir rica olacaktı. Bu gelişmeler karşısında ne parlamentomuz toplanıp “acaba burnumuzun dibindeki savaş bize de bulaşır mı?” diye soruyor, ne de gazetecilerimiz olayın arkaplanını merak ediyordu. Tek adam yönetimindeki ülkede değil Meclis, Bakanlar Kurulu bile devre dışıydı.
ABD önderliğindeki uluslararası koalisyon Irak’ı 1991’de zor kullanarak Kuveyt’ten çıkarmakla yetinmemiş, ülkeyi de bütün altyapısıyla bombalayarak ve uluslararası yaptırımlara maruz bırakarak bir daha belini doğrultamayacak hale getirmişti.
Ancak Washington’da şahinler “işin yarım kaldığını,” Saddam iktidardan uzaklaştırılmadan bir tehdit olmaktan çıkmayacağını haykırmayı hep sürdürdüler. 1990’daki “kıyamet topu” yalanıyla girişilen serüvende gelinen nokta, Washington’u yeterince tatmin etmemiş olacak ki, 2003 yılında (oğul) George W. Bush, babasının eski yalanını yeni bir şişede servis ediyordu: “Irak’ta kitle imha silahları vardı! Ve ‘Özgür Dünya’ için çok büyük bir tehdit arz ediyordu.”
Hemen Birleşmiş Milletler harekete geçirildi ve bir BM Silah Denetim Komisyonu kuruldu. Bağdat yönetiminin de böyle bir heyet incelemesine tabi kalmayı kabul etmesinin ardından, komisyon bu ülkeye giderek teftiş yaptı ve ülkede köşe bucak “kitle imha silahı” izi aradı. Bütün incelemelerin ardından BM Silah Denetim Komisyonu Başkanı Hans Blix ile Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed El Baradey tüm dünyaya Irak'ta kitle imha silahı bulunmadığını açıkladılar.
Ancak onların bu açıklamaları, bu ülkeye yönelik askeri harekât olasılığını gündemden düşürmeye yetmeyecek, hatta dönemin Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, büyük bir pişkinlikle “silahlar gizli olduğu için dumanının tüttüğünü göremezsiniz" diyecekti.(3)
Fransa ile Almanya silah denetimlerinin sürdürülmesini talep ederken, ABD kamuoyunun da Irak'a karşı olası bir harekâta verdiği destek giderek azalıyordu. Ancak Amerikan hükümeti anaakım medyanın da desteğiyle ülkeyi adım adım savaşa götürüyordu.
O günlerde belki de en tuhaf açıklamayı, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, “Irak ile savaşmak için, ille de kitle imha silahı varlığına ilişkin kesin kanıt bulunmasının gerekmeyeceğini” söyleyerek yapmıştı. Bu arada Amerikan hükümetinin şahinler kanadında yer alan ve 2001-2006 yılları arasında 6 yıla yakın bir süre Savunma Bakanı olarak görev yapacak olan Donald Rumsfeld de boş durmuyor ve “silahları gizlemişlerdir” diyor ve kendince bir takım şeyler ileri sürüyordu.
Denetçilerin başkanı Blix, ABD’nin kanıtmış gibi sunmaya çalıştığı propaganda kokan dosyaları “kuşkulu” olarak niteliyor ve “Irak’ta kitle imha silahı yok” diyordu.
Anaakım Batı medyasında ise, bir kaç cılız ses dışında, ses duyulmuyordu. Kimse de, “yahu kitle imha silahıyla seni tehdit ettiğini söylediğin adamın inine giriyor ve silah bulamıyorsun, ama ‘olsun mutlaka gizlemiştir’ diyerek, ülkeyi olmayan silahtan arındırmak için işgale yelteniyorsun, burası dağbaşı mı?” demiyordu.
George W. Bush ise bir kitle imha silahı bulunmayan Irak ordusundaki subaylara “olmayana ergi” tekniğini kullanarak gözdağı veriyor ve, “Iraklı subaylar üstlerinden veya Saddam’dan kitle imha silahı kullanma emri alırlarsa, benim onlara tavsiyem bu emre uymamalarıdır. Aksi halde, Irak'ın kurtuluşunun ardından savaş suçlusu olarak yargılanırlar,” diyordu. (4)
Neticede Iraklı subaylar ABD ve İngiltere askerleri ülkelerini işgal ettiğinde, böyle silahları olmadığı için komutanlarından onları kullanma yönünde bir emir de alamadılar. Alamadıkları gibi, bu subayların önemli bir kısmı 2003 Mart-Mayıs arasındaki hava bombardımanı ve takip eden kara harekatı sırasında “kitlesel bir şekilde imha” edildiler.
CIA, Irak’taki sözde kitle imha silahları konusunda nihai raporunu bu ülkenin işgali tamamlandıktan yaklaşık iki yıl sonra, 2005 yılı Nisan ayında finalize etmişti. CIA’in Irak Araştırma Grubu Şefi Charles Duelfer imzasıyla yayımlanan rapora göre, grup 1000’in üzerinde uzman, asker ve siville görüşmüş ve ülkede kitle imha silahlarının varlığına ilişkin hiçbir kanıta ulaşamamıştı: Irak’ta kitle imha silahı yoktu!
ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell da daha sonradan kitle imha silahları konusunda yanlış yönlendirildiğini, önsezilerine güvenmemekle hata yaptığını itiraf edecekti.
Ancak çok geçti! Bir ülke “kitle imha silahı” yalanına dayanılarak işgal edilmiş, işgalci güçler ülkeyi fiilen üçe bölmüş ve 8 yıldan uzun bir süre bu ülkede kalarak kan dökmeye devam etmişlerdi.
İşgalden 10 yıl sonra, 2013’te BBC Panorama programında yayımlanan bir haber, bir başka gerçeği daha ortaya çıkarmıştı. İngiliz hükümeti aslında savaştan önce Saddam rejiminin en tepesindeki 2 kişiden “Irak’ta kitle imha silahı bulunmadığına” dair doğrulanmış, gizli istihbarat edinmişti. Hem de savaşa girme yönünde kritik kararı vermeden çok önce, 2002 yılı Eylül ayında! Ancak tabii bu hakikat bile İngiltere Başbakanı Tony Blair’i savaştan vazgeçirmemiş, hatta Başbakan 24 Eylül 2002’de, yani bu istihbaratı aldıktan sonra Saddam’ın kitle imha silahlarının “45 dakika içinde” kullanılır hale geçebileceğini iddia edecek denli daha büyük bir yalan uydurmuştu. Dönemin İngiliz MI6 haberalma teşkilatı şeflerinden Patrick Riley, Başbakan Blair bu cümleyi sarf ettiğinde bunun bir yalan olduğunu en iyi bilen isimlerden biriydi.
Kısacası Tony Blair açık açık yalan söylemişti. Tarihin en maliyetli yalanıydı bu. ABD Başkanı George Bush da aynı konuda yalan söylemişti. Cumhuriyetçi Donald Trump seçim kampanyasında en azından bir konuda haklıydı: Eski ABD Başkanı ve Cumhuriyetçi George W. Bush da kitle imha silahları konusunda yalan söylemişti. 3 trilyon dolar boşa harcanmış, ülkelerini kitle imha silahlarından koruduklarını zanneden 4 bin 500 Amerikalı asker boşuna ölmüş, savaş sonunda ABD’nin Ortadoğu’da işleri bugünkü ölçülerde karmaşık hale getirecek IŞİD adı verilen bir de “bebeği” olmuştu.
1962’den beri İngiltere’de yaşayan saygın Avustralyalı gazeteci ve belgeselci John Pilger, işgalden sonra ABD’de araştırmacı gazeteci kimliğiyle tanınan Charles Lewis ile Washington’da bir görüşme yapmıştı. Pilger, Lewis’e, “dünya üzerindeki en serbest yayın kuruluşları yalan olduğu daha sonra ortaya çıkan propaganda malzemelerine zamanında itibar etmeyip onları sorgulasaydı, ne değişirdi” diye sormuş, şu cevabı almıştı:
“Çok büyük bir ihtimalle Irak’a savaşmaya gitmezdik.”
Pilger aynı soruyu, CBS’ten Dan Rather’a, The Observer’den David Rose’a ve BBC’den isimlerini açıklamak istemeyen çok sayıda başka tanınmış gazeteciye de sormuş ve aynı yanıtı almıştı.
Bir diğer deyişle, gazeteciler işlerini yapsaydı, Irak işgal edilmez, “kıyamet topuna” sahip olduğu söylenen bir ülke 1 ay 1 hafta ve 4 gün içinde bütün altyapısıyla birlikte imha edilmez, 45 bin Irak askeri yok yere hayatını kaybetmezdi.
Bir diğer deyişle, gazeteciler işlerini yapsaydı ve yalana yalan demeyi becerebilseydi, Irak koyu bir istikrarsızlığın pençesine sürüklenmeyecek, Baasçılar kamu ve ordudaki görevlerinden alınmayacak, kendilerini ülkelerinde dışlanmış hisseden Sünni aşiretler yalnızlaştırılmayacak ve de Sünniler 2005 seçimlerini boykot etmeyecekti. Nitekim bu seçimler sonrasında ülke Şiiler ile Sünniler arasında şiddetli bir mezhep savaşına sürüklenmiş ve hızla kan gölüne dönmüştü. Ve o tarihte Irak El Kaidesi olarak beliren bir örgüt (IŞİD) kendini canlı bombalarla, araçlı bombalarla (VBIED) ve kafa kesen infazlarıyla, kısacası acımasız eylem ve infaz biçimleriyle öne çıkarıyordu. Oysa Irak ABD güçleri tarafından hızla Baassızlaştırılmasaydı, IŞİD diye bir örgüt çıkmayacak, en azından tarih sahnesinde böylesine büyük bir güç olarak belirmeyecek ve bugün Suriye ve Irak’ta yeni işgallerin önünü açmış olmayacaktı!
Sözün özü, gazeteciler işlerini yapsaydı, Irak’ta kamu otoritesini sağlayamayan bir kukla rejim kurulmayacak, ülkeyi fiilen üçe bölen bir iç savaşın fitili çakılmayacak ve bu iç savaşta sadece Temmuz 2006’ya kadar 654 bin 965 Iraklı hayatını kaybetmeyecekti.
Gazeteciler işlerini yapsaydı, ülkelerini bir yalanla savaşa sokan Bush ve Blair’in paçavradan “kanıtlarını” sorgulayacak ve onların propagandadan öteye gitmeyen yalanlar olduğunu görebilecek güçlü yayın kuruluşları ve gazeteciler çıksaydı, söz konusu ölü rakamı Amerikan askerlerinin ülkeden çekildiği tarihe kadar (2011) 751 bine ulaşmayacaktı.
Obama yönetimi ABD güçlerinin Irak'tan çekileceğini açıkladığında, 3 milyondan fazla Iraklı yerinden yurdundan edilmiş, 800 bin Iraklı (asker ve sivil) ile 4 bin 500’e yakın Amerikan askeri de hayatını kaybetmişti. ABD Irak’tan 2011 Aralık’ında tamamen çekildiğinde, ardında yakılmış yıkılmış şehirler bırakıyor, ülkenin güvenliğini lağvedilmiş bir ordu ile kendi emniyetini dahi sağlayamayan bir polis teşkilatına emanet ediyordu.
Üstelik artık güvenli olmayan sadece Ortadoğu değil, aynı zamanda Washington’du, Londra’ydı, Paris’ti.
Oysa gazeteciler zamanında işlerini yapsaydı, cihatçı teröristler 7 Temmuz 2005 günü Londra metrosuna 52 kişinin ölümüne 700’den fazlasının da yaralanmasına sebep olan bombalı saldırılar düzenlemeyeceklerdi.
Irak’a olduğu gibi Libya’ya ve Suriye’ye yönelik savaşlar da bu ülkelerin liderleri Batı politikalarına itaat edip onların esiri olmayı reddettikleri için çıkartılmıştı. Ne Saddam Hüseyin’in ne Muammer Kaddafi’nin ne de Beşşar Esad’ın insan hakları bahsindeki olumsuz sicillerinin onlara karşı açılan savaşla ilgisi yoktu.
ABD’nin Irak’tan çekilmesi aslında savaşta yeni bir safha anlamına geliyordu. 2011’de Libya, Muammer Kaddafi’nin kendi halkına karşı bir soykırıma girişeceği yalanından hareketle bombalandı ve kısa zamanda mefluç bir hale getirildi. Oradaki misyon tamamlandıktan sonra silahlar Bingazi’den Suriye’ye taşınmış ve Şam yönetimi, Katar’dan Avrupa’ya uzanacak doğalgaz boru hattı projesinin ülkesinden geçmesini reddettiği için 2011 yılında bir savaşın içine çekilmişti.
2003 işgali ve sonrasında Irak’ta ölenlere, evsiz ve vatansız kalan mültecilere bu yeni savaşlarda milyonlarcası katıldı.
Oysa, gazeteciler işlerini yapsalar ve yalanı gerçekten, propagandayı hakikatten ayırabilecek bir basiret sergileyebilselerdi, bugün Ortadoğu’da yüzbinlerce, milyonlarca insan, kadın, erkek ve çocuk hayatta olacaktı. Tarihte bu kadar büyük bir felakete yol açmış bir başka yalan yoktur.
Suriye’deki savaşla birlikte milyonlarca insan ceplerinde bir daha dönemeyecekleri evlerin anahtarlarıyla yola koyulup gurbette mülteci olmakla yüzleşmek zorunda kalmıştı. On binlerce çocuk vatanlarından uzak, İstanbul’da camilerde, park ve bahçelerde, hatta çeşme yalaklarında uyumak durumunda kalmış, kışları okullarında değil, İstanbul metrosunda gidip gelerek ısınmaya çalışmışlardı. Oysa gazeteciler işlerini yapsalar, yapabilseler bunlar yaşanmayacaktı.
Gazeteciler işlerini yapabilseler, IŞİD diye bir şey olmayacaktı! Ne Rakka, ne İdlip ne Halep ne de Musul kuşatılıp işgal edilecekti. Ne mülteci kampları varolacak, ne güvenli bölge tartışmalarına ihtiyaç kalacak, ne de Ege’yi aşmak için giriştiği serüvende binlerce çocuk ve kadın boğulup ölecekti!
Dünyanın en büyük şiddet örgütünün 1990’da pespaye bir yalan üzerine dört koldan başlattığı kanlı savaş ve ardılları, binlerce gazetecinin gözü önünde, onayı olmasa da bilgisi dahilinde gerçekleşmişti.
Medya hakikat yerine suskunluğu yeğlediğinde ya da yalanlar karşısında suskunluğa mahkum edildiğinde toplumların bunun bedelini nasıl ağır ödediğini şimdi anlayabiliyor muyuz?
twitter: @akdoganozkan
(1) [Milliyet gazetesi, 23 Nisan 1990, s.1.]
(2) [Milliyet gazetesi, 2 Mayıs 1990, s. 11]
(3) [Milliyet gazetesi, 11 Ocak 2003, s. 20.]
(4) [Milliyet gazetesi, 23 Ocak 2003, s. 20.]