Kobani ile bir uykudan uyandık sanki.
Matrix filminin baş karakterlerinden Morpheus, birinde mavi, diğerinde ise kırmızı hapı tuttuğu avuçlarını bir seçim yapmamız için bize uzatmış, biz de yaşadığımız illüzyona son veren kırmızı hapı alıp yutmuşuz gibi... Ve böylelikle “barış süreci” adı verilen simülasyondan uyanmışız gibi... Kendimizi kanın yeniden gerçek rengine büründüğü hakiki dünyada buluvermişiz gibi.
Bazılarımız çok “şaşırıyor” bu olan bitene. TV ekranlarındaki haber programlarının değişmez yandaş simaları Kobani’deki akrabaları için sokaklara dökülen Kürtlere itidal, feraset ve aklıselim (!) çağrısı yapıyor. Kimileri işi, ihanete uğradıklarını düşündükleri için sokaklara dökülen Kürtlerin “Kürtlere ihanet” içinde olduklarını iddia edecek kadar “mavi” hap müptelalığına vardırmış durumda.
Diyorlar ki, yüzmüş, yüzmüş kalıcı bir barışın kuyruğuna gelmiştik. Tam “barış süreci” tamamına ermek üzereydi, yazık ki bu provokasyon tertiplendi.
Evet yazık, hem de çok yazık. Ama sadece bizler birbirimizi kandırırken, yıllardır arada kalanlara, yitip giden canlara yazık. Hadi artık birbirimizi kandırmayalım. İçinden geçtiğimiz “süreç” aslında hiç bir zaman “barış süreci” olmadı.
Ortada barış istiyormuş gibi yapan bir hükümet/devlet ile (muhtemelen bunu sezdiği için) bu barışın önünü açıyormuş gibi yapan bir PKK vardı. Civarda da iki patinajseverden bir barış çıkar ümidine kapılanlar.
Oysa iş daha baştan yanlış bir rayda başlamıştı. Türkiye’yi yönetenler çok uzun süre barışın savaşılan “düşman” ile aynı masaya oturmaktan geçtiğini anlamayı reddettiler.
Bu barışın en doğal ve meşru taraflarından biri Kürt siyasetinin Meclis’teki yasal temsilcileri idi. Ama devletimiz onları adam yerine koymadı.
2007’de onlar için “PKK Meclis’e girdi,” dediler.
2012’de dokunulmazlıklarının kaldırılmasını istediler. Ve “rahatlıkla at oynatmalarına müsaade etmeyiz,” dedi. “Onların yeri Meclis değil, Kandil” diye bağırdılar.
2014’te tehdit edip, “B ve C planlarımız devreye girer” dediler. Söyledikleri arasında çok şey vardı da, bir tek barışın nasıl devreye gireceği yoktu.
Belli ki, ellerindeki sopayı yeterince kararlı bir şekilde ve uzun süre sallarlarsa barışın geleceğini sanmışlardı.
2002’den 2010’a kadar toplumsal hak ve özgürlüklerin önünü açacak yeni bir anayasa yapmak konusunda kıllarını kıpırdatmadılar.
2010 referandumunda özgürlükçü anayasadan anladıklarının “devletin kritik kademelerine kendi adamlarını atayabilme özgürlüğü” olduğunu gösterdiler.
Referandum sonrasında yeni anayasayı 2011’de gerçekleştireceklermiş gibi yaptılar. Sonra “aceleye getirmeyelim” deyip yeni anayasa hazırlama işini 2011 genel seçimleri sonrasına bıraktılar.
2014’te anayasa değişikliğinden anladıklarının “başkanlık sistemine geçiş” olduğunu itiraf ettiler. Şimdi 2015 genel seçimleri yaklaşıyor ve bu beyler bir kez daha “aceleye getirmeyelim” diyerek yeni anayasayı bu kez de 2015 seçimleri sonrasına bırakıyorlar. İmkânları olsa 2019, hatta 2023 seçimleri sonrasına, mümkünse de 2071 sonrasına bırakacaklarından kimsenin kuşkusu olmasın!
Onlar daha geniş yetkilere sahip tam otoriter bir yönetime kavuşma adımlarını toplumun geniş kesimlerine bir lütuf gibi sunma konusunda epeyce mahirler. Bu çabalarının yarın da devam edeceğinden emin olabiliriz.
Türkiye’yi yönetenler bu geçen süre zarfında, içeride 12 Eylül rejimini sona erdirecek, Kürtlere gasp edilmiş haklarını tanıyacak özgürlükçü bir anayasa yapmaktan aciz olsalar da, dışarıda savaş tamtamları çalmaktan geri durmadılar.
“Libya’da NATO’nun ne işi var” diyerek Fransa’ya kaptırdıkları tamtam öncülüğünü Ortadoğu’da Suriye karşısında yakalamak istediler. Baktılar ki, “dost Esad”ı “zalim Esed” yaparlarsa, bir taşta iki kuş vurulacaktı.
Bir kere Suriye’deki iktidar kendi çabalarıyla devrilirse, ABD’nin müttefikleri arasındaki ilişkiler hiyerarşisinde terfi edecekler ve yeni dönemin ihalelerinden Fransa’nın önünde aslan payını alabileceklerdi.
Ayrıca iç savaş biraz manipüle edilirse, Türkiye’nin güney sınırındaki Kürt unsurlar yerini Sünni tabanlı bir devlete bırakacaktı. Böylece Türkiye topraklarındaki silahlı Kürt hareketi güneyden izole edilmiş olacaktı. Bir gün PKK ile silahlar yeniden konuşacaksa bile faaliyet sahası artık bizim sınırlarımızın dışında olacaktı. Üstelik artık Kürtler “Mehmetçik” yerine IŞİD’e havale edilecekti. 2003 sonrasında Ortadoğu sahnesinde iyice güçlenen bir aktör haline gelen Kürtleri İslamcı çetelerle dengelemek için mühimmat ve silah yardımı yapmak yeterli olacaktı.
Devlet aklı böyle düşünüyordu. Buna uygun biçimde de, Suriye’deki radikal İslamcı muhalifler kışkırtılıp silahlandırıldı. İstendi ki, bu unsurlar yeterince organize olamayan muhalif güçler içinden sıyrılsın ve Kuzey Suriye’de de facto bir devlet kursun. İşler epey bir süre arzulandığı gibi gitti. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu şemsiyesi altındaki muhalefet dağıldı. Onların elindeki silahlar da 22 Ocak 2014’teki Cenevre Konferansı öncesinde Suudi Arabistan’ın, Katar’ın ve Türkiye’nin çıkarlarını savunan silahlı güçlerin eline geçti.
Tabii bütün bu olup bitenlere ABD’nin ne diyeceği de önemliydi. Washington yönetimi Batı Kürdistan’daki özerk Kürtleri, PYD’yi ciddiye alıp Cenevre’deki 2013 Barış Konferansı’na çağırmamıştı. Zaten “Big Brother” son dönemlerde Barzani dışında bir Kürt figürü ciddiye almak niyetinde olmadığını göstermişti. Bunlar cesaret vericiydi.
Ama ah, ah! Güney komşumuz IŞİD bölgedeki etnik temizliğini fazla gürültülü ve görüntülü yapıyordu. İnfaz görüntüleri sadece Hıristiyan Batı’yı ayağa kaldırmadı, Müslüman Türkiye’de de infial yarattı. Allah’tan IŞİD’e armağan ettiğimiz rehinelerle dış politikada elimiz kolumuz bağlıymış gibi bir görüntü verebilmiştik. Ancak ABD Kobani düşmeden bu kilitlenmeyi aşmamıza destek olunca (!), işlerin artık istediğimiz gibi gitmeyeceği beli oldu.
Aslında IŞİD’in hedef aldığı Kobani, Türkiye’yi yönetenlerin Kürt Sorunu ve barış sürecine bakışına dair bir turnusol kağıdı oldu. Daha doğrusu, Kobani bir illüzyonla bağlantımızı kopardı bizim. Gözlerimizin önüne “barış süreci” yanılsamasıyla çekilmiş sanal perdeyi kaldırdı.
Türkiyeli Kürtler Kobani’de gördüler ki, “barış sürecindeki” muhatapları, sınırın hemen öbür tarafında vatanlarını savunan akrabalarının katline sessiz kalıyor, bölgenin tecrit edilmesine yeri gelince aktif yeri gelince pasif şekilde destek oluyor. Daha da kötüsü, bu muhatap, elindeki kartları Kürtlerin yeniden şeytanlaştırılması için oynuyor.
Bütün bunların sonucunda, 2011’de NATO’nun “Libya’da ne işi var” diyerek giriştiğimiz aktif (!) dış politikamızda geldiğimiz nokta, adeta “Kobani’de Kürtlerin ne işi var” oldu.
Sonuçta Türkiye Suriye’deki “iç savaş süreci” boyunca “barış süreci” ile oyaladığı PKK’yı dış politikadaki hamlelerinin (!) de katkısıyla zayıflatmak istedi. Ancak IŞİD ile savaşan bir organizasyon olarak PKK bugün ABD’nin gözünde çok daha büyük bir meşruiyet kazanmış durumda. Yani Türkiye, nihai hedefinin tam tersi bir sonuçla yüzleşmek durumunda. Hatta ABD Dışişleri Bakanı’na bakılırsa, “Kimse Türkiye’yi Kobani’de istemiyor.” Yani gelinen noktayı ABD’nin gözünden şöyle telaffuz etmek de mümkün: “Kobani’de Türklerin ne işi var?”
Çapsız, neo-Osmanlıcı hayallerle çıkılan dış politika yolculuğumuzda gelebildiğimiz yer burası.
Geçenlerde İstanbul FSM Köprüsü üzerinden Güneydoğu’ya çok sayıda tankın sevk edilişine tanık oldum. Bir-iki gün sonra Diyarbakır’a ulaşan tankları görüntüleyen bir fotoğraf gazetelerde yer aldı. Fotoğrafın arka planında bir AK Parti billboard’u seçiliyordu. Başbakanımızın fotoğraflarının da yer aldığı billboard’un üzerinde “Bayram sevgidir, paylaşmaktır, kavuşmaktır. Yeni Türkiye Yolunda Nice Bayramlara” yazıyordu. Evet El-Nusra’yı çok sevdik. IŞİD ile bir ufku paylaştık. Şimdi sırada eli palalı “hassas vatandaşlar” yardımıyla cinnetimize mi kavuşmak var dersiniz?
twitter: @akdoganozkan