Ankara, kimi çevrelerde “Barış Pınarı” olarak adlandırılacağı söylenen olası bir kuzeydoğu Suriye operasyonu için düğmeye basmadan önce önündeki “to-do list” kapsamında yapması gerekenleri yapmış, tüm çentiklerini atmış görünüyor. Böyle bir operasyona sadece Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) değil, bugün Suriye’nin coğrafi olarak yüzde 10’unu kontrol eden İslamcı muhaliflerin çok büyük bir bölümü de, BM çatısı altındaki “uluslararası toplum” da, Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkeleri de, Rusya da hazır gibi duruyor. Bölgeden gelen son işaretler sanki Beyaz Saray’ın da böyle bir operasyona nihayet “hazır edildiği” yönünde.
“Hazırlıklardan” söz ederken, Ankara’nın böyle bir operasyon için “askeri” temeldeki hazırlıklarını değil yerel, bölgesel ve küresel aktörler nezdinde yürüttüğü uluslararası hazırlığını, kendisine müşkülat çıkarılmaması, hatta mümkünse işinin kolaylaştırılması yolunda verdiği diplomasi çabasını kast ediyoruz. Yoksa TSK’nın Tel Abyad’ın (Girê Sipi) karşısındaki Akçakale’de, Resulayn’ın (Serê Kaniyê) karşısındaki Ceylanpınar’da, Kamışlı’nın karşısındaki Nusaybin’de ve kendisine böyle bir harekatta yakın hava desteği vermesini umduğu savaş uçaklarının konuşlu olduğu üslerde uzun süreden beri yürüttüğü teknik hazırlıklar zaten tamamlanmış gibi.
Olası bir savaşa “yeşil ışık” yakılması anlamına gelmese de, böyle bir operasyonun önündeki temel engellerin kalkması olarak da görebileceğimiz bu “uluslararası kamuoyunu hazırlama” faaliyetleri çerçevesinde neler yaptı Ankara son dönemde; şimdi onlara ve görüntünün ardında gizlenen gerçeklere bakalım. Bakalım ki, hem bugün neredeyiz onu, hem de Fırat’ın doğusunda silahların patlaması durumunda dünyanın vereceği tepkilerin neler olabileceğini kestirmeye çalışalım.
Hatırlanacağı gibi, özellikle Rusya’nın 2015 yılı sonbaharında Suriye sahasına inmesi Şam yönetimine karşı savaşan cihatçılar için gerileme dönemine girmek anlamına gelmiş ve bu durum Ankara’nın karşı karşıya kaldığı mülteci sorununun büyümesine yol açmıştı. Aslında, Avrupa Birliği (AB) sıkıntının büyüme potansiyelini savaşın başında öngörmüş ve Türkiye ile arasında “Vize Serbestisi Diyaloğu”nu başlatırken, buna paralel olarak da 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’ya bir “Geri Kabul Anlaşması” imzalamıştı. Türkiye kendi toprakları üzerinden kaçak olarak AB topraklarına geçen ve yakalanan göçmenleri, bu anlaşma çerçevesinde hızlı ve sistemli bir şekilde ülkeye geri almayı taahhüt ediyordu.
Ankara sığınmacı sorunu nedeniyle artan risk ve maliyetlerini üstlenmesi yönünde baskı yaptığı AB’nin prosedürler üzerinden işi yokuşa sürdüğünü düşününce, 2015 yılında sınır kapılarını gevşetmiş ve on binlerce mültecinin Yunanistan ve Bulgaristan üzerinden Avrupa ülkelerine akın etmesini sağlamıştı. Bu krizle birlikte Suriye’den Avrupa’ya göç akınının yönetilmesinde Türkiye’nin işbirliğine fazlasıyla muhtaç olduğunu fark eden AB ülkeleri, Ankara ile anlaşmalarında yeni bir yol haritası belirlemek zorunda kalmış ve “kesenin ağzını açmıştı.”
Ancak bütün bunlar savaşın seyri içinde büyük bir göç alan Ankara’yı yeterince tatmin etmedi. Doğu Akdeniz’de aktifleşen oyun planıyla arka arkaya “yaptırım” kararlarına maruz kalan Ankara, Suriye’nin kuzeyindeki “güvenli bölge” tasarımına AB’den net bir onay alamadığını da görünce, öyle anlaşılıyor ki, özellikle geçtiğimiz Ağustos ayında sınır kapılarında işleri yeniden gevşek tutmaya başladı. Daha Şubat ayında, “topraklarımızdaki Suriyelileri evlerine gönderemezsek, sorun Avrupa’nın kapılarına dayanacaktır. Güvenli bölge formülü mültecilerin dönüşü için en pratik çözüm” diyen Ankara, mesajı almadığını düşündüğü Avrupa’ya galiba “minik bir uyarı” daha yapma yoluna gitmişti. Zira Ağustos ayında Yunanistan’ın Midilli Adası’na ulaşan mülteci sayısı çok uzun zaman sonra anlamlı bir yükselişe geçerek 4 bine ulaşmıştı. 2019’un sekizinci ayında Yunan adalarına gelen toplam sığınmacı sayısı ise 5860 olmuştu. Bir diğer deyişle Avrupa kapılarına dayanan sığınmacı sayısında yeniden çok ciddi bir artış olmaya başlıyordu.
AB için bu savaşta en büyük önceliklerden biri, daha fazla sığınmacının AB’ye akmasının önüne geçmek oldu. Bu açıdan, Türkiye sığınmacıları AB sınırlarından uzak tutacak planlar geliştirmesi durumunda, bunların AB’den destek göreceğini, gerektiğinde ek maddi yardımlar alabileceğini biliyordu. Ankara’nın da hesabı AB’ye baskıyı artırarak, hem güvenli bölge planlarına itirazın önünü kesmek hem de 2022 sonrası için de maddi yardım alabilmek oldu. Devletler arasında yapılan pazarlıkların faturasını Ege ve Akdeniz’de canlarıyla ödemek durumunda kalan sığınmacılar maalesef her fırsatta AB’ye karşı bir koz olarak kullanıldılar.
Geride bıraktığımız aylar Ankara’nın önde gelen Avrupa ülkeleri nezdindeki temaslarını artırdığı ve gerek Suriye ile Libya’daki gelişmeleri gerekse de sığınmacı sorununu “masaya yatırdığı” bir ay oldu. Ayrıca Almanya'nın önde gelen otomobil üreticilerinden Volkswagen'in (VW) Türkiye’de kuracağı üretim tesisi için Türk hükümetinin bir dizi kolaylıklar sağlayacağı da bu ay içinde belirginlik kazanarak kamuoyuna yansıdı.
Böyle bir operasyon Avrupa’daki bazı mercilerce “demografik değişim mühendisliği” ya da “etnik temizlik” olarak görülebilirdi belki. Ama Ankara “önalıcı” hazırlıkları ile olası bir Kuzey Suriye operasyonuna tepki vermesi muhtemel önemli AB başkentlerini galiba pasifize etmiş durumda.
Ankara, Suriye savaşının başından bu yana Türkiye-Suriye sınırında bir tampon bölge oluşturulmasını talep ediyordu. Böyle bir tampon/güvenli bölge fikrini gerekçelendirirken de, kendisine yönelik bir güvenlik tehdidi arz ettiğini düşündüğü “terörist” (Kürt) güçleri sınırından uzak tutmak ihtiyacının elzem oluşuna dikkat çekiyordu. Ancak gerek ülke içinde Suriyeli mültecilere ilişkin memnuniyetsizliğin ve ırkçı saldırıların artması yüzünden gerekse de İdlib’teki son cihatçı ceplerinin Suriye Ordusu’nun eline geçmesiyle birlikte on binlerce Suriyelinin sınırına dayanacak olması nedeniyle, Ankara “tampon bölge” fikrini yeniden gerekçelendirerek ambalajlama ihtiyacı duydu. “Güvenli Bölge,” Suriyeli Kürt savaşçılardan azade bir tampon bölge olarak değil, İslamcı güçler safında Şam Yönetimi’ne karşı savaşmış ya da savaştan kaçmış Suriyeli mülteciler için yine bu ülke sınırları içinde oluşturulacak bir “sığınak” olarak yeniden kurgulanıyordu.
Bu kurgu ve “ambalajın” detayları Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 24 Eylül tarihinde yaptığı ve “güvenli bölgeyi” adeta sığınmacılara yönelik bir yeniden iskân projesi olarak takdim ederek göçmen akınından endişe eden uluslararası topluma göz kırptığı konuşmasında iyice belirginleşti. Erdoğan, o konuşmasında, “niyetimiz ilk etapta 30 kilometre derinliğinde ve 480 kilometre uzunluğunda bir barış koridoru tesis ederek uluslararası toplumun desteğiyle burada 2 milyon Suriyelinin iskanını sağlamaktır," diyordu. Plana göre, yabancı fonların finansman desteğiyle Suriye’nin kuzeyinde tesis edilecek güvenli bölgede 5 bin nüfuslu 140 köy ile 30 bin nüfuslu 10 ilçeden oluşan yerleşim alanı oluşturulacaktı. İlçelerin her birine; 6 bin konut, 1 merkez cami, 10 mahalle cami, 8 okul, 1 lise, 2 kapalı spor salonu, 5 gençlik merkezi, 1 küçük stat, 4 futbol sahası, sosyal tesisler, 2 hastane, küçük sanayi sitesi ve üniversite yapılacaktı. Savaşın finali Ankara tarafından adeta bir TOKİ projesi olarak resmediliyordu.
Her ne kadar “plan” rafine bir şekilde ambalajlanmış izlenimi vermese de, olumsuz çağrışımları çok fazla olsa da, Ankara uluslararası topluma “gelin siz paranızı biz de mühendislik ve işgücümüzü ortaya koyarak Suriyeli sığınmacı sorununu yerinde çözelim” mesajını çok açık (!) bir biçimde vermiş oluyordu.
Ankara’nın Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte yürüttüğü Zeytin Dalı Operasyonu sonrasında Afrin’deki sicili ortada iken, duyanların tereddüt etmeden en azından “demografik değişim mühendisliği” olarak yaftalayacağı bir “planın” işe yaramama, hatta Türkiye için yeni sorunlara yol açma, yeni riskler getirme ihtimali çok yüksek. Yine de sığınmacı sorunlarından yılmış ülkelerin büyük kısmının yöneticileri o mülteciler için böyle bir “vaat edilmiş yurt” projesine minik birtakım itirazlar da etseler, Ankara’yı “yaramaz çocuk” olarak da görseler, dip toplamda susmayı tercih edecek gibi görünüyorlar.
Ankara’nın “to-do list”inde çok uzun bir süredir yer alan bir diğer hazırlığı da Lazkiye’nin dağlarında, İdlib’de ve Halep’in kuzeyinde Şam Yönetimi’ne karşı savaşan ve hep çok parçalı bir görüntü veren Suriyeli muhalif cihatçıları tek bir nizami ordu çatısı altında birleştirmek, yani “milli birlik” çerçevesinde bir araya getirmek oldu. Yıllar bu örgütlerin bazılarını ortak payda etrafında bir araya getirmek, kimilerini feshetmek, yerlerine yenilerini kurmak, kimilerini eğitip donatmakla geçti. Bugün tek bir isimle karşımızda duran o örgütlerin geçmişinin çoğul ve karmaşık bir seyir izlediğini unutmayalım. Örneğin, zamanında Morek ve Han Şeyhun Savaşı’na katılıp bölgeyi Suriye hükümet birliklerinden alan gruplardan biri olan ve Ankara’nın desteklediği gruplardan Feylek’üş Şam, 2014 yılında 19 cihatçı grubun bir araya gelmesiyle kurulmuş bir örgüt idi. Ancak gün artık bölünme değil birleşme, mümkünse “BİR olma” günüydü. Zira, 2018’in başından bu yana geçen zaman zarfında Suriye Ordusu ülke genelinde hâkim olduğu toprakların payını yüzde 52’den 62’ye çıkarmış, IŞİD haritadan silinmiş, Suriyeli cihatçıların elindeki topraklar ise yüzde 13’ten yüzde 10’a gerilemişti.
Uzun yıllar süren istihbarat faaliyetlerinin ve çok taraflı müzakerelerinin sonucu olarak bölgede Ceyş’ül Vatani gibi, Ulusal Kurtuluş Cephesi gibi çatı teşkilatlar oluşturmaya en büyük katkıyı veren Ankara, cihatçıların Han Şeyhun yenilgisinin ardından yürüttüğü çabalarla bu iki yapı altındaki tüm grupları birleştirip nihayet adına “Milli Ordu” denilen bir alternatif Suriye Harbiye teşkilatının kurulmasını sağladı. Ankara, 4 Ekim 2019 tarihli söz konusu girişimiyle beraber, bu (Suriye) Milli Ordusu’nu yine kendi inisiyatifi ile kurulan “Suriye Geçici Hükümeti”nin Savunma Bakanlığına rapor eden bir teşkilat olarak organize ederek bu konuda çok önemli bir adım atıyordu. Bu çerçevede şu örgütler ilk olarak Milli Ordu çatısı altında buluşmuş oldu: Feylek’üş Şam, Ahrar’üş Şam, Özgür İdlib Ordusu, Ceyş’ül Nasr, 1. Sahil Tümeni, 2. Sahil Tümeni, İkinci Ordu, 1. Piyade Tümeni, 23’üncü Tümen, Nureddin Zengi Hareketi, Sukur’üş Şam, Ceyş’ül Ahrar, Ceyş’ül Nukba.
Şanlıurfa’da düzenlenen bir basın toplantısıyla duyurusu yapılan birleşmenin ardından, Suriye'de Fırat Kalkanı Harekâtı ile Zeytin Dalı Harekâtı bölgesinde ve İdlib'te bulunan muhalif güçler artık tek bir düzenli ordu çatısı altında Suriye Geçici Hükümeti’nin Savunma Bakanı Selim İdris’e rapor ediyor olacak. Bir zamanlar ÖSO’ya bağlı Sultan Murat Tugayı’nın siyasi temsilcisi sıfatıyla 2017 yılında Astana görüşmelerine de katılan Türkmen kökenli Suruiyeli Abdurrahman Mustafa da 20 Haziran’dan bu yana Suriye Geçici Hükümeti’nin başbakanlığını yürütüyor. Mustafa’nın Fırat’ın doğusundaki bir TSK operasyonuna yönelik düşüncesi de şöyle:
“Herkesin bildiği üzere Fırat'ın doğusundaki halkımızın katliamlara maruz kalmış, köyleri ve beldeleri yıkılıp yakılarak göç ettirilmiştir. Bize düşen bu zulmü ortadan kaldırmak ve Türkiye'nin terörle mücadelesine destek vermektir.”
Tüm bu girişimler, fark edileceği gibi, Ankara’nin inisiyatiflerine fazlaca bağımlı ve yarın kolayca kırılganlaşabilecek adımlar. Ayrıca özellikle İdlib sahasında çok önemli bir ağırlığı olan Heyet Tahrir'üş Şam (HTŞ) gibi bir örgütün Milli Ordu’nun dışında bırakıldığını, Ankara’nın bu örgütü henüz kendisini feshedip bu çatıya katılmaya ikna edemediğini de ekleyelim. Yine de Rusya ve Suriye tarafından zaten “terörist” örgüt statüsünde bulunan HTŞ ile 2018’de bu örgütten ayrılanların kurduğu -El Kaide’ye tam bağlılığını ilan etmiş olan - Hurasseddin’in marjinalleşmelerinin kolaylaştırıldığı şartlar altında bu adımların atılmış olması ve bir Kuzeydoğu Suriye Operasyonu öncesinde tamamlanması önemli. Zira, Türkiye bu “birleştirme” hamlesiyle sahada kendi hanesine hemen yazılacak anlamlı bir kazanım sağlamış olmadı belki, ama elini İdlib ile Halep’in kuzeyinde Rusya, HTŞ ve El Kaide karşısında askeri yönden, Suriye’nin kuzeyinde ise ABD ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) karşısında diplomatik yönden güçlendirmiş oldu.
Rusya
Daha önceleri, Fırat’ın doğusuna yönelik olası bir harekât öncesinde Ankara’nın Şam Yönetimi ile mutlaka temasa geçip 1998 tarihli Adana Mutabakatı’nı işletebileceğini telkin eden ve operasyon için “vize adresi” olarak Suriye Hükümeti’ni gösteren Ruslar son haftalardaki gelişmeler karşısında bu ısrarlarını sürdürmek yerine suskun kalmayı tercih ediyorlar. Bunun da muhtemel sebebi, Rusların olası bir TSK operasyonu ile birlikte hem ABD’nin bölgeden çekilmesinin kolaylaşacağını ummaları hem de Fırat’ın doğusuna odaklanacak Ankara’nın bazı cihatçı güçleri Fırat’ın batısından çekebileceği ve bu sayede Rusya desteğindeki Suriye Arap Ordusu’nun İdlib’deki hedeflerine daha rahat ilerleyebileceği beklentisinde olmaları. Ayrıca, Ruslar Erdoğan’ın 16 Eylül 2019 tarihli Türkiye – Rusya - İran zirvesinde güvenli bölge için dile getirdiği “911 kilometreden vazgeçtik 450 kilometrede konut inşası yapalım” sözlerini Ankara’nın Fırat’ın batısına yönelik kalıcı bir işgal düşünmediğinin teyidi şeklinde de görüyor olmalılar.
Hatırlanacağı gibi, geçtiğimiz haftalarda Han Şeyhun’un denetimini ele geçiren Suriye Ordusu, Türkiye ile Rusya’nın Ağustos ayı sonlarında Moskova’da gerçekleştirdikleri zirve akabinde sahada bir vites düşürme yoluna gitmişti. TSK’nın Suriye Ordu birliklerince kuşatılan Morek’teki gözlem istasyonu dahi Rus askerlerinin güvencesi altına alınmış, Ankara’nın ilave bir itibar kaybı yaşaması engellenmişti.
Dolayısıyla, sahada hep bu şekilde bir işbirliği içinde çalışmış olan Moskova ile Ankara, Suriye Ordusu’nun İdlib’de atacağı adımları TSK’nın Fırat’ın doğusundaki ilerleyişinin takvimi ile senkronize eden gizli bir mutabakata bile varmış olabilirler. Hatırlanacağı ve bu köşeden çok sık hatırlattığımız gibi, Ankara ile Moskova daha önceleri Suriye Ordusu’nun Halep’te ve Doğu Guta’daki ilerleyişini El Bab ve Afrin’deki TSK destekli ÖSO taarruzları ile senkron tutmuşlardı.
Kısacası, olası bir TSK operasyonundan maksimum faydayı elde edecek ülkelerin belki de başında Rusya geliyor. Ayrıca Ankara’nın böyle bir hamlesi Kürtlerin Moskova’ya daha fazla yanaşmaları ile de sonuçlanabilecek iken Rusların Türkiye’ye herhangi bir müşkülat çıkarması söz konusu olamaz.
Ankara’nın hazırlıkları açısından en zor başlık tahmin edilebileceği gibi Washington oldu. Zira, Ankara’nın “güvenli bölge” dediği bölgede yürütülen ortak devriye fonksiyonuna hiçbir zaman bu adı vermeyen Amerikalılar, 7 Ağustos 2019 tarihli mutabakata rağmen bunu hep “güvenlik mekanizması” olarak adlandırdılar. ABD, TSK ile yürüttüğü her “sınır güvenliği” devriyesinin ardından bir de Kürtlerin öncülüğünü yaptığı SDG ile devriyeye çıkınca oyalandığını düşünen Ankara’nın kısa bir süre sonunda “sigortaları attı!”
Pentagon Sözcüsü Binbaşı Sean Robertson’un da teyit ettiği üzere, ABD’nin bölgeye yönelik askeri kuvvet sayısında (taahhüt ettiği çekilmeye işaret etme yönünde) halen bir değişiklik olmuş değil. Hatta, tam aksi bir şekilde, olası bir TSK ve Milli Ordu ortak harekâtında bölgedeki Kürt güçlerinin yumuşak karnı olarak görülen Tel Abyad’a asker kaydırarak ağır silahlar ile zırhlı taşıyıcılar sevk ettiğine yönelik istihbarat dahi var.
Ancak, bu yöndeki tüm bilgilere karşın, 3 Ekim 2019 tarihli Wall Street Journal gazetesinde Gordon Lubold ve Nancy A. Youssef imzasıyla yer alan “U.S. Officials Are Worried About Turkish Foray Into Syria” başlıklı haber, Ankara’nın böyle bir operasyona kalkışması ve IŞİD’e karşı savaşmış Suriyeli Kürtlerin silahlı örgütü YPG ile çatışmaya girişmesi durumunda, Beyaz Saray’ın ABD askerlerini bölgeden çekmek dışında bir seçeneği kalmayacağına işaret etmesi bakımından çarpıcı bir gelişme oldu. Haberde, Ankara’nın olası bir operasyonunu engelleyebilecek askeri yığınağa sahip olmadıklarını belirten Amerikalı yetkililer NATO müttefiki bir ülkeye karşı savaşmayacaklarını da dile getiriyor, sadece böyle bir operasyondan çok kısa bir zaman önce haberdar edileceklerine dikkati çekerek, bunun da bölgedeki Amerikan askeri varlığı için endişe verici olduğunu hatırlatıyorlardı. Tabii, ABD askerinin çekilmesinin bölgedeki güvenliği tehlikeye düşüreceği uyarısını (!) da yaparak! İsteyen bunu istediği gibi anlayibilirdi.
Bu arada, ABD’nin bu “güvenli bölgenin” Ankara’nın istediği gibi 480 km eninde kesintisiz bir tampon bölge olmasını engelleme ve üç parçalı kılma yolunda bir çabası olduğu da söyleniyor. El Kudüs el Arabi gazetesinin ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’ye yakın bir kaynaktan edindiği bilgiye göre, söz konusu güvenli bölge “adına ne dersek diyelim,” Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgeleri dışarda bırakıyor olabilir. Söz konusu kaynağın verdiği bilgi doğruysa, Kobani’den Tel Abyad’ın doğusuna kadar olan bölge bir parça, Derbesiye ile Amude’yi içeren bölge bir diğer parça, Kamışlı’dan Irak sınırına kadar olan bölge ise bir başka parça şeklinde kurgulanmış olabilir.
Tüm bu gelişmelere ve spekülatif haberlere rağmen, kim nerede, ne ölçüde güvenli bir bölge kurarsa kursun, Ankara bölgedeki Sünni Araplar ve Türkmenler kadar Kürtlerin de çıkarlarını kollayıcı doğrultuda adımlar atmaya başlamadıkça, Suriye’de kalıcı bir barışa hiçbir zaman ulaşamayacağımızı bilmeliyiz. Ayrıca, Başkan Donald Trump’a fazlasıyla bel bağlamış bir görüntü çizen Ankara; Washington’un -hele de Başkan’a yönelik bir azil sürecini işletmeye başlamışken- böyle bir operasyona olası tüm tepkilerini doğru öngörüp, TSK ile en son ortak devriye görevini geçtiğimiz Cuma günü gerçekleştirmiş olan ABD öncülüğündeki Birleşik Ortak Görev Gücü üzerinde son sözün kime ait olacağını çok iyi okuyabilmeli.
1990 yılında ABD’nin Irak Büyükelçisi olan April Glaspie’nin bu ülkenin lideri Saddam Hüseyin’e söylediği “Araplar arası bir iç ihtilafa biz karışmayız” benzeri sözlerin Irak’ı Kuveyt işgaliyle nasıl ölümcül bir tuzağa yönlendirdiği hâlâ hafızalardaki tazeliğini koruyor.
Evet, Suriye’nin kuzeyinde eller belki tetikte. Ancak o eller silahlarına davranmaya ne kadar yakın olursa olsun, tüm tarafların bölgede kalıcı bir barış ve esenlik kurma yolunda hafızalarının desteğine de ihtiyaç duydukları karşı konulamaz bir gerçeklik.
Tabii, bu ihtilafta hafızalarının katkısına büyük gereksinim duyan taraflardan birinin de, ABD’ye aşırı güvenin Kerkük’te, Afrin’de ciddi bedeller ödemeleriyle sonuçlandığını gayet iyi bilmesi gereken Kürtler olduğunu söylemeliyiz. Umarız ki, hafızaların da katkısıyla eller en kısa zamanda davrandıkları o tetiklerden çekilir ve Suriye halkları savaş lordlarının tüm kışkırtıcılığına rağmen birbiriyle savaşmanın değil, barışmanın, iş ve ticaret yapmanın, çocuklarını daha iyi eğiterek onlara onurlu barış içinde bir gelecek perspektifi çizmenin yolunu en kısa zamanda bulurlar.