[Geçen hafta Suriye İç Savaşı’nın arka planına küresel rekabetin bir parçası olarak iktisadi bir perspektiften bakmaya çalışmıştık. Bu hafta ise savaşın arka planına olup bitenleri politik bir perspektiften hikâye ederek bakmayı denemek istiyorum.]
Bundan 35 yıl önce yaklaşık bu tarihlerde, geçtiğimiz yüzyılın en uzun ve en kanlı savaşlarından biri patlak verdi: 1980-1988 arasında yaşanan İran- Irak savaşı. Bir diğer deyişle, Rusya’nın desteğini almış Şii İran ile ABD (ve müttefiklerinin) desteğini almış Sünni Irak’ın...
1 milyon kişinin hayatını kaybetmesine yol açan bu sınır savaşı belki sekiz yıl sürdü ama, son 35 yıldır bu coğrafyada aslında hep aynı savaşın tekrar tekrar patlak verdiğini görüyoruz.
Ortadoğu’da meydana gelen savaşlar bu coğrafyanın neresinde kiminle kim arasında olursa olsun, bunların arka planına baktığınızda önünde sonunda ABD (ve Suudi Arabistan) tarafından İran’a karşı verildiğini görüyorsunuz.
2011’den bu yana Suriye İç Savaşı’nda olan da bu. Burada Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) kisvesine bürünmüş Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve NATO destekli Sünni cihatçılar Rusya’nın desteğini almış Şam yönetimi ile savaşıyor gibi görünüyor belki. Ama aslında savaş ABD (ve Suudi Arabistan) tarafından İran’a karşı veriliyor. Bu kez Suriye ve Irak topraklarında.
Ve Washington yönetiminin bu savaştaki en büyük politik hedeflerinden biri, ekonomik saiklerine geçen hafta değindiğimiz üzere, İran’ı bölgede yalnızlaştırıp Ortadoğu denkleminden düşürmek. ABD 1950’lerin sonlarından bu yana rejim değişikliğine zorladığı İran’ı 2001’den bu yana da “Şer Ekseni” içindeki yedi ülkeden biri olarak görüyor.
Washington yönetiminin bu hedefi öyle komplo teorisi falan değil, Batı’daki askeri yetkililerce gayet iyi bilinen bir gerçek. Nitekim, NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Wesley Clark, ABD’nin İran’ın da aralarında olduğu Şer Ekseni’ndeki ülkelere askeri saldırı gerçekleştireceğini daha 2003’te kaleme aldığı bir kitabında söylüyordu (Bkz. Wesley Clark, “Winning Modern Wars”, s. 130, New York: Public Affairs, 2003.) ABD’nin böyle bir stratejiye 11 Eylül (2001) saldırısı sonrasında karar verdiğini belirten Clark, görüştüğü bir Pentagon yetkilisine dayanarak Washington’un hedefindeki ülkelerin adlarını da veriyordu: Irak, Somali, Sudan, Libya, Suriye, Lübnan ve İran. Clark aslında benzer sözleri 1991’de o tarihte Pentagon’un 3 numarası olan Paul Wolwovitz’den de duymuştu.
Yani ABD’nin planları arasında İran’daki rejimi devirmek de vardı. Tabii Tahran’da bir rejim değişikliğinin yolu önce bu ülkenin bölgedeki müttefiki olan Suriye’yi istikrarsızlaştırıp parçalamaktan geçiyordu. Zira Suriye düşerse Lübnan da düşecekti.
Nereye düşeceklerdi? Tabii ki Sünni cephenin kucağına! ABD için iş kağıt üzerinde zor da görünmüyordu. Zira Suriye nüfusunun yüzde 73’ü Sünni idi. Ama yüzde 10 da Hıristiyan’ın olduğu ülkeyi laik bir anlayışla yıllardır Aleviler yönetiyordu! Ah Şu Sünniler bir ayaklansalardı!
Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri de ABD ile aynı rüyayı gördüğü için işbirliği yapmaları zor değildi. ABD kamuoyunun olmasa bile- ABD yönetimin Suriye iç savaşındaki en temel hedefi, (KİK’in de destek verdiği), ülkeye demokrasi gelmesi, reformlar yapılması falan değil, Selefi cihatçıların Esad’ı devirip Suriye’de zafere ulaşması idi.
Peki bu iddia bir komplo teorisinden ibaret olabilir mi? Yoksa elimizde kanıtımız mı var? Evet, var. Bu tezin doğru olduğunu bizzat Amerikan hükümetinin belgelerinden, iç yazışmalarından biliyoruz. Nasıl mı? Şimdi onu anlatalım:
ABD’de yüksek ahlaki değerleri ve hukukun üstünlüğünü ön planda tutan muhafazakâr (ama partizan bir yaklaşımı olmayan) bir sivil toplum örgütü var. Adı Judicial Watch olan bu örgüt bu yılın Mayıs ayında ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlığı’nın gizli dokümanlarından bazılarını ele geçirdiğini açıkladı. Yüz sayfanın üzerindeki bu dokümanlarda ABD kamuoyunu dahi şok edecek çok ilginç bazı bilgiler yer almaktaydı.
Judicial Watch, bu dokümanların bir bölümünü kendi web sitesinde de yayımladı. Söz konusu hükümet dokümanlarına bakılırsa, Obama yönetimi El Kaide ve Müslüman Kardeşler bağlantılı Esir Ömer Abdurrahman Tugayları örgütünün Libya’nın başkenti Bingazi’deki ABD Konsolosluğu’na yönelik olarak 11 Eylül 2012’de gerçekleştirdiği ve ABD Büyükelçisi Chris Stevens'ın da aralarında bulunduğu dört Amerikan elçilik çalışanının ölümüyle sonuçlanan saldırının 10 gün öncesinden planlandığını biliyordu. O dönemki Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a, Savunma Bakanı Leon Panetta’ya, Genel Kurmay Başkanlığı’na ve Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi’ne 12 Eylül 2012 tarihinde gönderilen bir belge bunu açıkça gösteriyordu.
Aslında bu belgeler ABD’deki Bilgi Hürriyeti Kanunu’na (FOIA) dayanarak 15 Mayıs 2014 tarihli bir mahkeme kararı sonucu ortaya çıkmıştı. Ve belgelerde yer alan gerçekler saldırının 1 Eylül’de planlanmış olmasıyla sınırlı da değildi. Ekim 2012 tarihli bir Savunma Bakanlığı belgesi, ABD hükümetinin bu örgütün Bingazi’den Suriye’ye silah sevkiyatı yaptığını bildiğini de gösteriyordu.
Ayrıca, Kasım 2012’de gerçekleştirilen ABD Başkanlık seçimlerinden üç ay öncesinde kaleme alınan bir başka belgeye göre ise, Obama yönetimi tüm Arap dünyasından Irak arenasına büyük bir cihatçı akını başlayacağını, ABD askerlerinin çekilme işlemini 2011 Aralık ayında tamamladığı Irak’ta IŞİD’in çok güçleneceğini ve bu bölgede bir “halife” atayacağını da biliyordu.
Judicial Watch Başkanı Tom Fitton’a göre, bu belgeler Libya’daki çöküş ile IŞİD arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koyuyor ve bunun yıllarca gizli tutulmuş bir Washington stratejisi olduğunu çok net açığa çıkarıyordu.
Bu konu ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin 2013 yılı Mart ayında gerçekleştirdiği Suriye gündemli bir oturumunda gündeme geldi. Bingazi’de olup bitenleri Suriye ile ilişkilendiren Komite üyesi senatör Jeff Duncan, Dışişleri Bakanı John Kerry’ye o oturumda bir dizi soru yöneltti. Sorulardan biri de ABD’nin Bingazi’deki kimi gruplara sağladığı silahların Suriye’deki cihatçılara sevk edilip edilmediğiyle ilgiliydi. Peki Kerry ne cevap vermişti bu soruya? Cevap vermemişti! Bir sürü başka şey söylemiş, hamaset yapmış ama o spesifik soruya cevap vermek istememişti!
Duncan oturum sırasında Bingazi’deki saldırıda öldürülen Amerikan askerinin fotoğrafını göstermiş ve şöyle demişti: “Bu Bingazi’deki saldırıda öldürülen askerimiz Tyrone Snowden Woods’un fotoğrafı. Bunu bana babası verdi. Woods ailesinin gerçekleri bilmeye hakkı var. Amerikan halkının cevaplara ihtiyacı var. Hesap verebilirlikten söz ediyoruz. Siz Suriye’deki iç savaşta askeri operasyonlara girişmeyi konuşmadan önce Bingazi’de neler olup bittiğini öğrenmek Amerikan halkının hakkıdır.”
Peki Amerikan halkı Bingazi’de neler olup bittiğini tam olarak öğrenebildi mi? ABD’nin Libya Başkonsolosunu öldüren radikal İslamcı gruplar kanalıyla Suriye’ye aktarılan ve IŞİD’in eline geçerek yer yer Amerikalılara da yönlendirilmiş olan silahlarla ilgili gerçekler ABD’de tüm yönleriyle ortaya çıktı mı? Hayır, ama Washington’da 1-2 yıl içinde 1980’lerdeki Iran-Kontra skandalına benzer bir skandal patlak verir, soruşturmalar sonunda birileri yargılanır, mahkûm olursa şaşırmamak lazım.
Şaşırmamamız gereken bir diğer konu da, İran’ın bölgedeki baş düşmanı olan Suudi Arabistan’ın Suriye’deki marifetleri. Malum bölgeye silah akıtan sadece ABD (ve İngiltere vd. müttefikleri) değil. Suudi Arabistan (ile Katar vd. müttefikleri de) işin içinde var. Suudilerin bölgeye silah sevkiyatı bilinmez değil. Ancak asıl bilinmeyen ve Şam’ın Guta bölgesinde meydana gelen ve çoğu çocuk ve kadın bin 300'ü aşkın kişinin hayatını kaybettiği kimyasal silah saldırısındaki Suudi parmağı.
“Nasıl yani,” diyebilirsiniz: “Türk hükümetini de infiale düşüren Şam’daki sarin gazı saldırısını Esad’ın askerleri yapmadı mı? Bir ‘komplo teorisi’nden daha mı bahsediyorsunuz?”
Hayır, komplo teorilerinden falan değil, bir kez daha belgelenmiş gerçeklerden bahsedeceğim. Biliyorsunuz Suriye İç Savaşı’nda en kritik perde 2013 yılı temmuz ayında Guta’daki sarin gazı saldırısının ardından açıldı. Suriye’deki muhalif güçler faciadan Esad yönetimine bağlı güçleri sorumlu tutmuştu. Olayı araştırmakla görevli BM heyetinin bu konuda yaptığı araştırmalardan sonra bu yönde bir kanıta rastlayamadığından geçen hafta söz etmiştim. Bu kez de olaydaki Suudi parmağından söz edeceğim. Zira Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve ABD hemen araştırma sonuçlarını bile beklemeden bu iddiayı satın almış ve aksiyonlarını kendilerince belirlemişti. Olayın ardından isyancılara silah yardım ve sevkiyatı arttı, Alevi katliamları hızlandı.
Katliamda sözünü ettiğim parmak, Suudi Arabistan’ın Suriye politikasının mimarı olarak bilinen bir isme, Suudi Arabistan Kralı Selman Selman bin Abdulaziz'in yeğeni olan Prens Bender bin Sultan’a ait. Kendisi hem Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali yıllarında, hem İran-Kontra skandalı döneminde, hem de Lübnan’da ABD ile yakın çalışmış bir Suudi prensi. 1983 ile 2005 yılları arasında ülkesinin Washington büyükelçisi olarak da görev yapan Bender bin Sultan, 2012 Temmuz – 2014 Nisan arasında da ülkesinin İstihbarat Şefi olarak görev yaptı. Cihatçı örgütlere Şam yönetimiyle olan savaşlarında yapılan yardımın arkasında yine o vardı.
Tabii Suriye Bender’in ilk askeri macerası değil. 2006’da kraliyet ailesinden aldığı 200 milyon dolar ile (2009-2011 arasında Lübnan başbakanı olarak görev yapan) Suudi kökenli (ve çifte pasaportlu) Saadeddin Hariri için Hizbullah’a karşı savaşacak paramiliter bir güç kurdurmuştu. O mücadeleyi kaybetmiş de olsa Bender bin Sultan Suriye’de belirli bir nüfuzu olan İran’a karşı mücadelesinden hiç bir zaman vazgeçmedi.
Guta katliamının faili de onun El Nusra’ya gönderdiği kimyasal silahlar. Peki nereden biliyoruz?
Associated Press’in (AP) Ürdün’ün başkenti Amman’daki freelance muhabirlerinden Dave Gavlak’ın facianın ardından bölgeye giderek tamamen yerel kaynaklara dayanarak verdiği haberlerden biliyoruz.
Gavlak olaydan sonra bölgedeki doktorlarla, Guta sakinleriyle, isyancılarla ve onların aileleri ile konuşmuş ve olayın Prens Bender bin Sultan tarafından isyancı güçlere sağlanmış kimyasal silahların muhafaza edildikleri bir tünelde, ehil olmayan ellerde bir “kaza” ile patlaması sonucu meydana geldiğini aktarmıştı.
Yani Şam yönetimine atfedilen kimyasal silahlar ordunun değildi. Sarin gazı El Nusra Cephesi’ne iletilmek üzere bir grup isyancıya teslim edilmiş ve onlar tarafından bir tünelde muhafaza altına alınmıştı. Patlamadan bu silahlardan anlamayan, eğitimsiz isyancılar sorumluydu.
İsminin verilmemesi koşuluyla Gavlak’a konuşan ve haberde “J” koduyla anılan bir isyancı şunları söylüyordu:
“El Nusra Cephesi militanları diğer isyancılarla sahada birlikte savaşma dışında hiç işbirliği yapmazlar. Gizli bilgileri paylaşmazlar. Diğer isyancıları silah ve mühimmatın taşınması ve çalıştırılmasında kullanırlar sadece.”
İsmini vermek istemediği için haberde “K” kod adıyla anılan bir kadın isyancı ise şöyle konuşuyordu: “Bize bu silahların ne işe yaradığını ya da nasıl kullanılacağını anlatmadılar. Bunların kimyasal silahlar olduğunu bilmiyorduk. Asla böyle bir şey hayal edemezdik.
“Prens Bender bin Sultan bu silahları birilerine verecekse, bunu nasıl muhafaza edeceklerini ve nasıl kullanacaklarını bilen birilerine vermeli.”
İsyancılardan birinin babası (Abdül Münayim) ise, “oğlunun 2 hafta önce kendisine gelerek taşıdıkları silahların ne olduğunu bilip bilmediğini sorduğunu” aktarıyordu: Baba Münayim, oğlunun silahlardan bahsederken “tüp gibi bir şey” ile “büyük gaz şişelerine” benziyorlardı dediğini söylüyordu.
Abdül Münayim’e göre, silahlar muhafaza edildikleri bir tünelin içinde patlamış ve bu patlamada oğlunun da aralarında olduğu 12 isyancı da hayatını kaybetmişti. Tabii El Nusra da olayı ordunun üzerine atmıştı.
Gavlak’ın haberinde aktardıkları sarsıcıydı. Ancak AP haberi kullanmamayı tercih edince, haber 29 Ağustos 2013’te Mint Press News’ta kullanılmıştı. Kanı durdurmak için artık çok geçti. Olayın sonrasında El Nusra hızlı davranarak Alevi katliamlarına girişmişti.
Bundan sonra cihatçı örgütlerin ve savaşçıların başrolde olduğu daha kanlı bir savaş izlemeye başlayacaktık. Sonrasında neler olduğunu şöyle bir hatırlayalım.
2014 yılı haziran ayında Musul’u ele geçiren IŞİD, ABD’nin iki yıl önceden bildiği üzere 29 Haziran’da halifelik ilan etti. Daha sonra Kerkük ve Tikrit’te Şiilere yönelik katliamlar yapan örgüt 2014 Eylül ayında Suriye’nin kuzeyinde özerkliğini ilan etmiş Rojava kantonunun önemli şehirlerinden Kobani’ye saldırdı. Sadece 18-22 Eylül 2014 tarihleri arasında 130 bin sivil sınırı geçerek Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Ankara IŞİD’in zaferini ilan etmek için adeta sabırsızlanıyordu. IŞİD infazlarının Avrupa başkentlerinde yol açtığı infial ve örgütün fevriliği ABD’nin hoşuna gitmese de, Washington yönetimi Barzani’den başka bir Kürt otoritesi tanımakta tereddüt ediyor, IŞİD’e karşı vatanlarının savunan PYD/YPG’ye mesafeli yaklaşıyordu.
Nihayetinde ve epey gecikmeyle ABD önderliğindeki koalisyon güçleri 27 Eylül 2014’te IŞİD’e yönelik hava saldırıları düzenlemeye başladı. Ama sanki bu işi zorla yapar gibiydiler. Ekim ayı başında IŞİD yeniden Kobani’ye girdi. ABD uçaklarının sözde desteğini almış Kürtlerin Kobani’ye hakim tepeyi ele geçirip kente yeniden hakim olmaları haftalar sürecekti. Amerikan uçakları direnişçi Kürtlere ancak 20 Ekim’de havadan mühimmat ve ilk yardım malzemeleri attı. Barzani’ye bağlı peşmerge güçlerinin Kobani’ye girmesi ise 30 Ekim’i buldu. Kürt direnişçiler dört aylık bir mücadelenin ardından kenti ancak 2015 yılı Ocak ayının sonlarında kurtarabildiler. Bir zamanlar 400 bin insanın yaşadığı bölgede 3200’ün üzerinde bina oturulamayacak hale gelmişti.
ABD iç savaşın Kobani aşamasından sonra –ilerde daha iyi ve eksiksiz şekilde öğrenebileceğimiz nedenlerden ötürü- IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi görünmek istedi. Örgütün eylemlerinin sonuçları özellikle Avrupa ülkeleri için büyük sıkıntı yaratıyordu. Zira Avrupa ülkelerinin vatandaşları da canice infaz yöntemlerine sahip bu örgütün saflarına katılıp cihatçı oluyordu. Bu insanların ülkelerine döndüklerinde canlı birer bomba olmayacağı ne malumdu! Ayrıca örgüt Irak ve Suriye’de düzenledikleri saldırılarla ve akıttıkları kanla milyonlarca Ortadoğulunun vatanlarını terk edip mülteci olmalarına yol açıyordu. Sonuçta da bu mülteciler -insan kaçakçılığı konusunda çeşitli nedenlerle bazen epeyce gevşek davranabilen- Türkiye ve Yunanistan üzerinden Orta Avrupa’ya dayanıyor ve bu ülkeler için bir başka “ulusal güvenlik tehdidi” oluşturuyorlardı.
ABD destekleyecekse mümkünse bu tip “kaka PR yöntemleri” olmayan, varsa daha “cici” yöntemlere sahip “ılımlı isyancıları” desteklesindi. Tek soru şuydu: Suriye ve Irak’ta “ılımlı isyancı” var mıydı?
Bu yaklaşım ABD kamuoyunda da ağırlık kazanınca Washington bir yandan Türkiye üzerinden başka grupları eğitip donatıp aynı davaya dönük çalışmalarda daha iyi sonuçlar almayı denedi. Bir yandan da IŞİD’in karşısında yer alıyormuş gibi yapmayı ve İncirlik’e yerleşmeyi sürdürdü.
Kısacası, IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi yapan sadece Türkiye değildi. ABD’nin de bu konudaki tavrı çok farklı değildi. Tek farkla ki, ABD bu oyunu bizimkilerden daha “profesyonelce” oynuyordu. Silah veriyor, eğitiyor, sahaya salıyor, kanton kurmuş ve Barzani’den farklı bir entiteye uluslararası meşruiyet kazandırma peşindeki Kürtleri hizaya getirmede kullanıyordu. İstediği zaman da kendi arzu ettiği başka güçlere karşı savaştırmak üzere strateji değiştirmek istiyordu. Dünya örgütün kanlı infaz görüntüleriyle çalkalanınca da, bu grubu “terörist” olarak fişliyordu. Sonra da Cenevre Konferansı’na dahi çağırmaktan imtina ettiği PYD’nin ve Kürtlerin yanındaymış gibi saf tutup, bu “terörist örgütü” bombalıyordu. Ağırdan ağırdan 1,5 yıl boyunca. Ama Saddam’ Hüseyin’in 375 bin kişilik düzenli ordusunu 1,5 ayda imha eden ABD, Suriye ve Irak’taki 20-30 bin kişilik radikal isyancı grubu tutundukları mevzilerden 1,5 yılda bir türlü söküp atamıyordu. Zaten dünyanın bu bölgesinde işleri kontrol edemiyorsanız, “kontrollü istikrarsızlık” en iyi çözümdü.
Ve artık gün gelip, eğit-donat projesi de çökünce ABD Suriye’de “oyun kurucu” özelliğini yitirir oldu. Bugün ABD Suriye hükümetinin daveti ile bölgeye gelen ve radikal unsurlara karşı etkili bir mücadele yürüteceği izlenimini daha ilk 72 saat içinde vermiş Rusya’dan şikayet eden, pasif konumda bir ülke. Aynı Rusya göçmen dalgasından bunalan Avrupa ülkelerinin yüreklerine gizliden gizliye su serpiyor.
Ve açıkça görülüyor ki, Libya’daki hatasını tekrarlamak istemeyen Rusya Ortadoğu’da güç kazanıyor. Kısa bir süre önce Irak Başbakanı Haydar el Abadi, Rusları IŞİD’e karşı hava saldırıları düzenlemek üzere Irak’a da davet etti.
Avrupa Birliği (AB) Suriye’de çözüm istiyor. ABD yönetimi ise hep “rejim değişikliği” istedi. Bu nedenle AB Suriye’de ilerleme kaydeden bir Rusya görürse Rusya’yı daha fazla da destekleyebilir. Belki de Ukrayna meselesi yüzünden uygulamaya koyduğu yaptırımları gevşetebilir hatta sonlandırabilir.
Tabii Rusların bu coğrafyada ne kadar süre kalacağını bilemiyoruz ama IŞİD’in kalesi olarak bilinen Rakka’nın belirli bir süre zarfında düşeceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Suriye İç Savaşı’nda Ruslarla birlikte açılan yeni perde bir yönüyle de Rakka’nın düşürülmesiyle kapanacak.
Rakka’yı Rusların desteğindeki Kürtler mi yoksa ABD’nin desteğindeki Arap cihatçılar mı düşürecek? Ve bu arada Ruslar Suriye’nin kuzeyindeki kantonların hamiliğini yapacaklar mı? Galiba Suriye Savaşı’nın bir perdesi bu sorular tam cevap bulduğunda kapanmış olacak!
Ancak bunlardan önce ABD kanadında cevabını arayan soru şu: Eğit-donat programını yüzüne gözüne bulaştırmış ABD’nin bölgede birlikte çalışabileceği yeni gruplar kimler olacak? Suriye politikası şu an için müflis bir hale düşmüş görüntü veren ABD’nin Türkiye’nin desteklediği Ahrar'uş Şam gibi grupları bir kenara bırakıp yeni gruplar icat etmeye mi ihtiyacı var? Yoksa eski bir Suriyeli diplomat olup şu anda muhalif bir siyasi eylemci olarak faaliyet yürüten Bassam Barabandi’nin de ifade ettiği gibi, “grup icat etmeye çalışmaya son verip gerçeklerle çalışmaya mı?”
Artık Rusya’nın oyun kurucu rolü üstlendiği Suriye’de bu sorunun yanıtı için mola almış görünen ABD’nin yeni bir “gerçekler” stratejisi belirlemekten başka çaresi yok. İran ile yapılan (ve Suudi Arabistan ile İsrail’in hoşuna gitmeyen) nükleer anlaşma bu stratejinin ne ölçüde bir parçası daha tam olarak bilmiyoruz.
Ama ABD Batılı müttefiklerini de ikna etmek istiyorsa, o gerçeklerle ilişkisini ve İran stratejisini eskisinden daha sağlam kurmak zorunda.
(Biraz uzattık ama, savaşın –hiç değinmediğimiz- Türkiye açısından sonuçlarını da haftaya ele alalım.- AÖ)
*Suriye’de 2011’den bu yana aslında ne oldu, yarın ne olacak ?-I
twitter: @akdoganozkan