Büyük Fransız bilim insanı Antoine Lavoisier’in (1743-1794) bilime ve insanlığın gelişimine katkısı o kadar büyüktür ki, yaşadığı döneme kadar bu konuda ondan daha fazla katkı verebilmiş insan sayısı muhtemelen birkaç kişiyi geçmez. Öncelikle temel bilimlerin en önemlilerinden olan kimya biliminin temelinin atılmasını tamamen ona borçluyuz. Onun dönemine kadar dünyada kabul gören görüş, yanma eyleminin yani her tür kimyasal tepkimenin "flojeston" denen hipotetik bir madde sayesinde olduğu, hava ve sunun en önemli kimyasal elementler olduğu yönünde idi. Bu görüş tartışmasız kabul görüyordu ve aksini kimse savunamıyordu da kanıtlayamıyordu da.
Tamamen yanlış bir noktadan hareket ettiği için de kimya bilimi ve dolayısıyla temel bilimler gelişemiyordu. Lavoisier, flojeston diye bir madde olmadığını kanıtladı. Yanmanın hava içindeki oksijen elementi nedeniyle varolduğunu, temel elementlerin hidrojen, oksijen ve azot olduğunu, havanın ve suyun temel madde olmadığını ve diğer elementlerden oluştuğunu, havanın oksijen ve azottan, suyun hidrojen ve oksijenden meydana geldiğini ortaya çıkardı. Tüm kimyasal elementlerin listesini çıkardı. Günümüzde halen bir-iki değişiklikle ve eklemeyle onun yaptığı elementler listesi kullanılıyor. Kimyasal tepkimelerde "maddenin sakınımı" kanununu buldu (tepkime sonucu hiçbir madde yok olmaz). Canlıların enerjilerini soludukları havada bulunan oksijeni yakarak elde ettiklerini keşfetti.
Hukukçuydu bu arada. Baroya kayıtlı avukattı. Bilime ağırlık verdiğinden fiilen avukatlık yapmıyordu gerçi. Hukukçu kimliği ve parlak kişiliği nedeniyle o zamanki rejimin kendisine uygun gördüğü birçok önemli idari görevi ve unvanı reddetmişti. Siyasetle ve idari işlerle değil bilimle uğraşmak istiyordu. Ancak statüsü gereği kendisine önerilen ve pek de önemli olmayan tali bir kamu görevini (vergi konseyi danışman üyeliği) kabul etmek zorunda kaldı.
Bu arada meşhur Fransız İhtilali oldu (1789). Başlarda pek etkilenmedi ve bilimle uğraşmaya devam etti. Sonrasında Devrim kendi çocuklarını da yemeye ve Devrim adına yapılan işler ve yargılamalar çığırından çıkmaya başlayınca, eski defterler karıştırıldı ve onunla birlikte vergi konseyi danışman üyeliği yapmış olan 27 üyeye de "eski rejimin adamları" suçlaması yapıldı (1794).
Devrimin yargılaması o kadar hızlıydı ki, bu 27 kişinin suçlama, soruşturma, kovuşturma, yargılama ve mahkemenin karar verme süreci toplamda ne kadar sürdü biliyor musunuz? Tam bir gün! Karar, giyotinde idam. Kararın infazı da bu bir güne dahil! Evet, tam bir gün içinde yargılandı ve giyotinde idam edildi. Devrim Yargısı adil değil ama çok hızlıydı.
Yargılandığını duyan dönemin bazı saygın ve önemli bilim insanları ve saygıdeğer kişiler hemen yargıca koştular. Lavoisier’in büyük dehasından ve bilim dünyasına yaptığı ve gelecekte de yapacağı müthiş katkılardan bahsederek affını istirham ettiler.
Buna karşı Devrim yargıcının küstah yanıtı tarihe geçmiştir: "Cumhuriyet’in dâhilere ihtiyacı yoktur!"
"Devrimsel" gelişmenin mi daha tercih edilir, yoksa "evrimsel" gelişmenin mi tartışmasına girmeyeceğim. Gelişimin ani ve yıkıcı olması yerine peyderpey ve adaptif biçimde olmasının daha doğru ve adil sonuçlar verdiği genelde kabul görse de, toplumlarda bazen kangren haline gelmiş çürümüşlüğün ancak devrimsel bir kesip-atma ile giderilebileceğini de tarihsel gerçekler kanıtlamış durumda. Ama devrim yargısının genelde pek de adil olmadığı, "hız"ın genelde "hakkaniyete" üstün geldiği ve devrimlerin hemen sonrası, kurular arasında çoğu kez yaşların da yandığı kuşkusuz. Etki-tepki dengesinin devrimler akabinde genelde tutturulamadığı ve kantarın topuzunun hep kaçtığı bir gerçek.
Dahi Lavoisier’in talihsiz sonundan benim burada çıkarmak istediğim ders daha çok, devrimsel nitelikli bir köklü rejim veya yönetim sistemi değişikliği sonrası, yeni "iktidarın" sahiplerinin fütursuz kibirleri, kendilerine aşırı güvenleri, kendi akıl ve zekalarının üstünde kimsenin olamayacağını veya olmaması gerektiğini düşünmelerinin çarpıklığı. Hatta toplumdaki fazla zeki ve akıllı kimselerin ileride kendi kurdukları yeni rejimi ve sistemi de yıkmak isteyebilecekleri için, bunların başını erkenden ezmeleri gerektiğine inanmaları.
Varsın ülke çok zeki ve akıllı kimselerle hızlı biçimde ilerlemesin ve gelişmesin; yeter ki kendi rejimleri sürsün! Önemli olan ülkenin ve toplumun gelişmesi ve kalkınması değil, rejimin "bekası"!
Bunları yazarken nedense aklıma pasif bir göreve atanarak "tenzili rütbeye" uğratılan, yani kibarca istifaya zorlanan ve geçtiğimiz gün istifa edip emekli olan Amiral C. Yaycı geldi.
Askeri strateji ve deniz hukuku uzmanı sayılmam. Ama dışarıdan izleyebildiğim kadarıyla, Amiral Yaycı tarafından geliştirilen strateji sayesinde Türkiye, Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Libya ve Ege ekseninde onlarca yıldır hiç olmadığı kadar ve ilk defa ciddi bir askeri, stratejik ve diplomatik avantaj elde etme şansı yakaladı. Kuşkusuz bu şansın fiiliyatta başarıya ulaşması, ülkenin iç politikadaki demokrasi ve insan hakları standartlarının seviyesi ile uluslararası paydaşları nezdinde oluşturabileceği karşılıklı güven ve ikna ortamıyla da doğrudan ilişkili.
Ancak ne olursa olsun, bu olgu bahsi geçen Amiral’in, şimdiye kadarki pek de ulusal menfaatlerimiz lehinde yürümeyen statükoya dahiyane bir katkı sağladığı ve "taşları yerinden oynatmayı" başardığı gerçeğini değiştirmiyor.
Sonuçta devlete yapılan hiçbir önemli hizmetin cezasız kalmayacağı bir kez daha kanıtlanmış oldu! Bu arada Bizans’ta egoların, kişisel kıskançlık ve ayak oyunlarının, yönetimde en çok Bizans’ın çökmeye başladığı gerileme devrinde "norm" haline geldiği bilinen bir tarihsel gerçek.