Şahin Alpay'ın Zaman'da (21 Eylül 2013) yayımlanan “Medya için demokrasi paketi” başlıklı yazısı, aynı gün T24'te farklı bir başlık tercihiyle alıntılandı... T24, Alpay'ın önerdiği “Medya için demokrasi paketi”nin birinci maddesini kendi başlığı olarak seçmişti: “Şahin Alpay: Medyada pay sahibi patronlara kamu ihalelerine girme yasağı getirilmeli...”
Bence, T24'ün başlık tercihi son derece isabetliydi... Çünkü bu başlık hem “medya sorunu”nda medya patronlarının kritik önemine dikkat çekiyor, hem de onların devletle (hükümetle) kurdukları problemli ilişkinin temel kaynağına işaret ediyordu.
Hey gidi günler...
Bundan 12 yıl önce, medya patronlarına devlet ihalelerine girme hakkını (da) düzenleyen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Kanunu tartışmaları sırasında, bu “hak”kın “medya patronlarını ekonomik olarak güçlendireceğini, bunun da medya patronlarını hükümetler karşısında güçlü kılacağını” savunan medyanın yönetici konumundaki gazetecileri mevcut duruma baktıklarında acaba ne düşünüyorlar?
Bu tezin yılmaz savunucuları da dahil, bugün artık herkes medya patronlarının devlet ihalelerine girebilmelerinin, bunun tam tersi bir sonuç doğurduğunu görüyor, biliyor.
İşin ironisi şurada: Hükümetlerin medya patronlarını baskı altında tutabilmelerinin bu en temel aracını o günlerde sırf kendi patronlarının doğrudan iktisadi çıkarları için göğüslerini siper edercesine savunan medya elitleri, bugün bu yolla zapt-u rapt altına alınmış medya patronlarını, “doğrudan iktisadi çıkarları için basın özgürlüğünü satmakla” suçluyorlar; sanki başka bir sonuç mümkünmüş gibi!
12 yıl önceki RTÜK tartışmalarında, “medya patronlarının devlet ihalelerine girmeleri hakkı” tartışmaların odağındaki maddeyi oluşturuyordu.
Kürşat Bumin, Ümit Kıvanç ve ben o günlerde Medyakronik'i hazırlıyorduk... Medyadaki yönetici elitlerin “patronların devlet ihalelerine katılma hakkı” için verdikleri mücadelenin bir ve iki numaraları konusunda üçümüzün de görüşü netti: Birinci suraya Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ü, ikinci sıraya da Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni Mehmet Yılmaz'ı koyuyorduk.
Bu yazının sonunda, o günlerin en flaş hikâyelerinden ikisini (biri Özkök'lü, öbürü Yılmaz'lı) kısaca özetleyeceğim...
Fakat ondan önce, Şahin Alpay'ın tespitinin önemine ve yerindeliğine dair birkaç şey daha söylemek istiyorum.
Alpay'ın “medya için demokrasi paketi”nin öteki üç maddesini de hatırlayalım:
1. Çoğulculuğu güven altına almak için medyada çapraz-mülkiyet yasağı konmalıdır, yani medya patronlarının hem gazete hem de radyo-televizyon sahibi olmaları önlenmelidir. 2. Patronların medyadan büyük ölçüde tasfiye ettiği sendikaların güçlenmesi için gerekli yasal önlemler alınmalıdır.
3. TRT, hükümetlerin borazanı olmaktan kurtarılmalı, BBC modelinde yeniden örgütlenmelidir.
Alpay, patronların hem gazete hem televizyon sahibi olmalarını çoğulculuğa aykırı buluyor... Haklı, fakat eklemek lazım: Bu durum, birinci maddede ifade edilen “patronların iktisadi çıkarlar üzerinden hükümetlere göbekten bağlı” olmalarıyla da bağlantılı... Çünkü medya patronları, “hem televizyon hem gazete sahipliği”ne imkân veren yasa sayesinde daha da büyüdükçe “ihale bağımlılıkları” ve oradan kaynaklanan zaafiyetleri de artıyor.
Medya patronlarının devlet ihalelerine girmelerinin yasaklanması yahut aynı zamanda hem televizyon hem gazete sahibi olamamaları gibi tedbirlerle devlet-hükümet karşısındaki bağımlılıklarının asgariye indirilmesi, hiç şüphesiz gazeteciler üzerindeki hükümet ve patron baskılarını önemli ölçüde azaltacaktır.
Çünkü mevcut baskı organizasyonu, hükümetin medya patronlarını sıkıştırması, onların da mevcut göbek bağları nedeniyle direnemeyip gazetecileri sıkıştırması üzerinden kuruluyor...
Dolayısıyla: Bu göbek bağının koptuğu koşullarda, hükümetlerin medya patronlarını sıkıştırıp sonuç alma imkânları önemli ölçüde daralacaktır.
Aslında gazeteciler kendi patronlarına karşı editoryal bağımsızlıklarına yeterli ölçüde sahip çıksalar, onları, mevcut göbek bağlarına rağmen hükümetler karşısında daha dirençli olmaya zorlayabilirler... Fakat ne yazık ki “iktidar-medya patronları-gazeteciler” üçlüsünün interaktif oyununda gazeteciler üzerlerine düşeni yerine getirmiyorlar; yani editoryal bağımsızlıklarırna kıskançlıkla sahip çıkıp patronlar üzerinde baskı kurmuyorlar... Böylece, medya patronları -kendilerince- haklı olarak sadece hükümet baskılarına karşı hassas ve dikkatli bir konumda kalarak işlerini yürütebileceklerini düşünmeye başlıyorlar.
Özetlersem, bu işin matematiği şöyle işler: Yukarıda iktidarın, aşağıda gazetecilerin ve ikisinin arasında medya patronlarının bulunduğu bir denklemdir bu... İktidarlar patronlardan “itaat”, gazeteciler de “editoryal bağımsızlık”” talep ederler. Yani patronlar ikili bir baskı altındadırlar ve hareket tarzlarını bu baskıların yoğunluğu belirler. Şayet gazeteciler kendi patronlarına karşı “gazeteciliği bize bırak, bu senin işin değil” demiyorlarsa, diyemiyorlarsa, o zaman patronlar sadece iktidarın baskılarına karşı hassas olacaklardır. Medya patronlarını iktidar baskılarına karşı dirençli kılabilecek yegâne şey, gazetecilerin editoryal bağımsızlıklarına kıskançlıkla sarılmalarıdır. Ancak bu koşullarda medya patronları iktidarlara “kusura bakma, dediklerini yapamam, yaparsam bu gazeteyi çıkartacak gazeteci bulamam” diyebilir.
Geldik 12 yıl önceki eğlenceli hikâyelerimize...
RTÜK tartışmaları bütün hızıyla sürerken, 22 Mayıs 2001 tarihli Hürriyet’te genel yayın yönetmeninin canını çok sıkacak bir gelişme oldu, gazetenin başyazarı Oktay Ekşi, genel olarak beğendiğini söylediği yasa tasarısının bir maddesine karşı çıktı ve “ihale yasağı”nı savundu:
“Tasarı, yürürlükteki yasanın ‘bir radyo veya televizyonda yüzde 10’dan fazla hissesi olanların kamu ihalelerine girmelerini yasaklayan’ hükmünü yürürlükten kaldırmayı amaçlamaktadır. Bu yanlıştır. Radyo, televizyon ve gazete gibi ‘kitle iletişim organı’ sahiplerinin elindeki güç o kadar büyüktür ki, kamusal yarar böyle bir yasağın sürdürülmesini gerektirir. Bu konuda daha diyeceklerimiz var.”
Ne var ki Oktay Ekşi “daha diyeceklerini” diyemedi, ertesi gün (23 Mayıs 2001), onun yerine ihale yasağı konusundaki “iki ilginç görüş”ü aktararak konuyu kapadı.
Mesele, aynı gün bitişik sütunda genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün yazısını okuyunca anlaşılıyordu. “İhale tabusu” başlıklı yazıda, yeni RTÜK Kanunu’nu genel olarak beğenen, fakat kanundaki “ihale yasağını kaldıran madde”ye karşı çıkan, bir başka deyişle “ihale tabusu”nu aşamayanlar sert bir dille eleştiriliyordu... Hem de, bitişik sütunda dile getirilen “iki ilginç öneri”den birinde yer alan satırların aynısıyla...
İkinci hikâye: Milliyet yönetimi, tam RTÜK Kanunu'nun TBMM'de oylanacağı gün (7 Haziran 2001), umutların bağlandığı Anavatan Partisi ve Mesut Yılmaz aleyhine yazan beş yazarın (Hasan Cemal, Derya Sazak, Melih Aşık, Meral Tamer, Meliha Okur) aynı günkü köşelerini sansürlemişti.
Milliyet'in genel yayın yönetmeni Mehmet Yılmaz, Medyakronik'in “Milliyet'te sansür gecesi” haberini önce
yalanlamış, ardından Medyakronik'in haberini ispatlamasının ardından konuyu kapatmıştı.
Medya patronlarının devlet ihalelerine girebilmeleri için böyle şeyleri göze alan zamanın medya elitlerinin şimdi “hükümete boyun eğip gazetecilere baskı yapan medya patronları”ndan şikâyet etmeye hakları var mı?
Konuya ilişkin tuhaf bir tepki de Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'ndan gelmişti...
Kılıçdaroğlu, CHP'nin basın özgürlüğü raporunu sunarken, "Medya patronlarına sesleniyorum. Gazetenin mutfağını rahat bırakın, onlara sansür uyguladığınızda, işlerine son verdiğinizde gün gelir hesabını sorarız" demişti.
Kılıçdaroğlu, meseleyi kaynağından çözmek için adım atmak yerine medya patronlarını “delikanlı” olmaya çağırıyor. Oysa bu konuda atacağı somut bir adımın kamuoyundan büyük bir destek alacağı muhakkak...
Fakat olmuyor...
Şahin Alpay, “Bu bağlamda beni en çok şaşırtan, sert muhalefet yapmakla meşhur siyasi partilerimizin hiçbirinin medya için bir 'demokrasi paketi' önermeyi akıllarının ucundan bile geçirmemeleri” derken ne kadar haklı.