Roland Barthes, çoğu fotoğrafçının kuramsal başucu kitabı ünlü "Camera Lucida"sında, izleyenin fotoğrafla anlamlı bir karşılaşma yaşamasını ve fotoğrafik anlamın inşasını iki kavramla açıklar; "studium ve punctum".
"Studium" uzlaşmacıdır, fotoğrafı gördüğümüz ana kadar getirdiklerimizle, biriktirdiklerimizle ilgilidir. "Yaratanla tüketen, çekenle izleyen arasındaki antlaşmadır." Ham maddesi ışık, gölge, renk, çerçeve ve kültürün dilidir.
"Punctum"sa özneldir. Bazen var, bazen yoktur. Fotoğraftan çıkıp bizi "delen" şeydir. Ya da fotoğrafın içine düştüğümüz deliktir. Studium’un kurduğunu yıkar, yok eder.
Şimdi şu fotoğrafa bir göz atalım.
Fotoğrafın "studium"u eski bir tarihe ve muhtemelen artık yaşamayan bir çiftin dans etme anına ait olmasıysa, "punctum"u –beni delen- adamın, kadının elini değil de bileğini tutmuş olması. Bu dans becerisine dair bir acemilik mi? Bir koruma ya da sahiplenme güdüsü mü? Örtük bir öfke mi? Kaybetme korkusu mu?
Adam kadını dansa kaldırdı mı? Yoksa âdet yerini mi buldu? Fotoğrafı kim çekti? Biraz önce ne konuşuyorlardı? Elbette soruların cevaplarını bilmiyorum. Ancak hayatlarının son yıllarında ne konuştuklarını çok iyi biliyorum. Hiçbir şey!
Anneannem ve dedem evliliklerinin son yirmi yılını neredeyse hiç konuşmadan geçirdiler. Hatta birbirlerinin yüzünü hiç görmeden aynı salonda televizyon seyretmenin bir yolunu dahi bulmuşlardı. Anneannemin koltuğu sobanın tam arkasındaydı ve sobanın kapağı, dedemin koltuğunun anneannem tarafından asla görülemeyeceği şekilde yaz kış açıktı. Bitmek bilmeyen gecelerde, birbirlerinin cehennemine mahkûm, bir soba kapağının ardında yaşamak... Mükemmel bir ev içi yerleşim...
Dedemin öldüğü gün anneannem benim beklediğimden çok daha fazla ağladı. O zaman neden bu kadar üzüldüğüne anlam verememiştim ama şu yaşımda ortak yaşantı ne kadar sağlıksızsa yas sürecinin de o kadar sağlıksız geçtiğini biliyorum. O dedeme değil kendine ağlıyordu.
Ve anneannem cenaze sırasında çok tuhaf bir şey yaptı. İmamın "Merhumu nasıl bilirdiniz?" sorusuna cevap vermedi. Hayatının son dönemecine girdiğinde yarım asırlık kocasını "iyi bilmediğine" karar vermişti. Onun yokluğuna benim tam da beklediğim gibi hızla alıştı. Hayatının en güzel yıllarını onun ölümünden sonra geçirdiğini söyledi ve bizlere kesin bir dille tek şey vasiyet etti: Öldüğünde dedemin yanına gömülmemek...
Peki "gerçekten mutlu" kaç çift tanıyoruz? Duygusal bir korunağa olan gereksinimimiz mi yoksa kolektif bilinçdışımız mı dayatıyor çift olmayı? Esasında kolun kırılıp yenin içinde kaldığı bu halin güvenli ama bir o kadar da gizemli suları seyircilerin dahi fark edebileceği kadar bulanmışsa, acaba çift olma hali sandığımız kadar matah bir şey olmayabilir mi?
Yürüyüşe çıktığım sabahlardan birinde, şık giyinmiş, kırklı yaşlarında, işe gitmek üzere arabasına doğru yürüyen bir adam gördüm. Hemen ardındaki evin balkonundan karısının adını çağıran sesine döndü. Kadın havanın serin olduğunu, üzerine bir şey isteyip istemediğini sordu kocasına. -Bu arada hava kesinlikle serin değildi ve adam havaya son derece uygun giyinmişti.- Adam sertçe ama yarım ağız hiçbir şey istemediğini söyledi kadına. Arkasını dönüp arabasına binerken adamın yüzünde kızgınlık, bıkkınlık, çaresizlik, alışkanlık, vazgeçiş ve umutsuzluk karışımı kötücül bir şeydi gördüğüm. Buna şahit olmanın kalbimi kırdığını yürüyüşün ilerleyen dakikalarında fark ettim. Önce adama iyi niyetli karısına sinir olduğu için, sonra da kadına elleri hep adamın üzerinde olduğu için kızdım. Biliyorum, küçücük bir andı, ama ilişkinin sırları önüme dökülmüştü sanki. Tıpkı yaşamın küçük yalnızlık darbelerinden oluştuğu gibi (Roland Barthes), bir ilişki de sinir bozucu küçük anlar tarafından belirleniyor olabilir mi?
Hiç aralarındaki tuhaf ve sarsılmaz bağa bir türlü isim koyamadığınız ama onlara her temasınızda sinirlerinizin bozulduğu, adeta tüm dünyaya kafa tutan bir çift tanıdınız mı? Tek tek harika insanlar olduğunu ama birlikteyken çekilmez olduklarını düşündüğünüz... Birbirlerini pohpohlama konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan, ortak yarattıkları düşünce sistemi içerisinde sanki dünyanın ve hayatın tüm sırlarını çözmüşçesine rahat ve hatta bunu etraflarına küstahça dayatabilen... Ara sıra kavga ettiklerinde bile size sağ gösterip sol vurarak her zaman her şartta birbirini seçen...
Ancak aralarındaki bu bağın bir ucunda sevgi ve hayranlık varken diğer ucunda nefret ve öfke olduğunun kendileri bile farkında değillerdir. Öyle de olması gerekir zaten, ilişkinin sarsılmazlığı buradan gelir.
"İkiz delilik" ya da paylaşılmış psikotik bozukluk çiftin taraflarının birbirine yakın kişiler olduğu, bu kişilerin aynı sanrı sistemini paylaştığı ve en klasik alt tipinde etkin kişinin sanrısını edilgen olana aktardığı bir bozukluk. Bu tanımı psikiyatristlerin tanı rehberi yapıyor.
Bu çiftleri görürseniz hemen kaçın!..
Sanmıyorum.
Kütüphaneler, arşivler, odalar, salonlar dolusu kitap, resim, şiir, film ve nota aşk hakkında söylenmiş ne çok şey olduğunu gösterirken aynı zamanda kesin olarak söylenebileceklerin ne kadar az olduğunun da ispatı sanki. Aşk başladığı an söz bitiyor çünkü. Lesbos adasının şairi Sappho "diğerine" duyduğu aşka; "Kaybolmuş sesim kekeliyor/ Geri gelmeyi reddediyor/ Çünkü dilim paramparça" diye haykırıyor. "Duygular Sözlüğü"nde gözüm "Aşk" maddesine takılıyor. "Flört etmenin ve heyecanlanmanın arkasındaki duyguyla, ortak bir hayatın hoş rahatlığında hissedilen aynı duygu olabilir mi?" sorusu, aşkı hissedenin yalnız başınalığıyla çift olmanın hem tekinsiz hem sarsılmaz hali arasındaki çizgiyi çekiveriyor.
İçinde hem bir çift hem de aşk olduğunu düşündüğüm, -çok sık rastlanmaz buna- iki öyküm var. İlkini gençliğimin şuursuz yıllarında okumuştum bir yerde. Bir Orta Avrupa kentine tren yolculuğu yapan yazar, pencereden bakarken kol kola girmiş bir çift görür. Adam bir kuytuda işemektedir ve kadın erkeğin kolunu o anda bile bırakmamıştır. Arada bir etrafı kolaçan etmekte ama hemen ardından adama dönmektedir.
Diğeriniyse gördüm. Yıllar öncesinde yaşadığım semtin meczup çifti ve onlara ait o kısacık an... Gördüğüm hiçbir şey beni böylesine keskin, derinden ve bir anda yaralayamazdı. Kadın orta yaşına yakın, adamsa ondan biraz daha gençti ama o kadar hırpalanmış ve bizim tanıdığımız dünyanın dışına çıkmışlardı ki, yaşlarını tahmin etmeye çalışmak nafile bir çabadan öteye gidemiyordu. Onları konuşurken hiç görmemiştim. İçime ok gibi saplanan o an: Kadın kaldırımda oturmuştu, adamsa ona sigara içiriyordu.
Onu göreli on bir yıl oluyor ama anısı taptaze. Ressam Arslan Eroğlu’nun olağanüstü "Aşk" serisinin sergisinde. Karşılaşmamız yüreğimi hoplatmış, ruhumu alt üst etmişti. Yanında durduğu resimleri silmişti bir süreliğine. "İşte benim aşkım bu!" demiştim o an. Paylaşayım o halde: