Dün gece Handmaid's Tale'i yeni baştan izledim. Seyrettiğim andan beri takıldığım şu cümleyi düşünüp düşünüp duruyorum: "Nothing changes instantaneously: in a gradually heating bathtub you'd be boiled to death before you knew it." Hiçbir şey hemen değişmez, sürekli ısınan bir küvette bir bakmışsınız ki, ölümüne kaynamışsınız.
Hikâye, bir günde değiştiğini sandığınız ama aslında yavaş yavaş sinsice değişen bir düzeni anlatan bir distopya. Çünkü devrim değil evrim vardır. Azar azar koyarsanız taşması zaman alır ve kimse şikâyet etmez. Kurallar, şekiller değişse de aslında var olan gerçek hiç değişmez. Sistemin kendisi aynıdır. Tarihsel bilgiyi yok etmek, özgünlük görünümü altında sansürü genelleştirmek, gösterinin vazgeçilmez ikizi olan terörizme girişmek, doğruyu bir yanlışlık anı yapmak, öznelliği silmek… Bunlar Guy Debord'un Gösteri Toplumu kitabının özeti değil mi?
Bir yerlerde ceviz kurdu hikayesini okumuştum. Ceviz kurdu cevizin yüzeyinde bir delik buluyor ve içeri giriyor. Kurt, cevizin içini yedikçe semiriyor, yedikçe büyüyor. Artık dışarı çıkma vakti geldiğinde girdiği deliğe sığmaz hale geliyor. Kurdun içeride bulunduğu zamanda cevizin kabuğu iyice sertleşmiş, kırılması zorlaşmış. Çaresiz zayıflıyor kurt. Girdiği delikten çıkacak hale geldiğinde dışarıya sonbahar gelmiş. Onun önü uzun kış. Kurt aç. Başka bir cevizin içine girmekten başka çaresi yok gibi hissediyor.
Hep aynı günü yaşıyormuş hissinin neredeyse ölüm fikriyle eş değer olacak kadar çaresiz bir tarafı var. Bundan çıkabilecek tek olumlu sonuç her şeyini kaybetmeyi göze alacak kadar gözü kara bir hale gelmek olabilir. Hatırlayın, “Bugün Aslında Dündü” filminde hava durumu spikeri Phil Connors, 2 Şubat tarihinin içine hapsolmuştu. Netflix’in yeni dizisi “Russian Doll”’da da 36 yaş doğum gününün gecesine sıkışıp kalan ve o gece ölmekten bir türlü kaçamayan Nadia ile tanışıyoruz. Dahası Black Mirror’un “Yılbaşı” bölümünde kahramanımız aynı günü tekrar yaşamanın başka bir boyutuna, bir mise en abym anının içine hapsolur. Hangi anın, hangi gerçeği doğurduğunu bir türlü bilemeyiz.
Hiç bitmeyen o sonsuz günü yaşamaya başladığınızda hayattaki her ayrıntı anlamsızlaşabiliyor. Bir kere döngüye kapıldığınızda artık hammaddeniz sakız oluyor, yapışıp kalıyorsunuz. Yapışkanınız bittiğinde bile eski formunuza kavuşmanıza olanak yok. Üzerinizde tonla kıl, tüy. Hele de önünüz kışsa, ceviz kurdu gibi aynı cevizleri aramanın peşine düşüyorsunuz.
Karabasan nedir? Bağırsanız sesinizi kimse duymaz, zaten bağırmaya mecaliniz olmaz. Ağzınızdan çıkan anlamsız harfler bildiğiniz bir kelimeye karşılık gelmez. Aynı günün, aynı gerçekliğin içine uyanmanın bundan çok bir farkı olmadığını düşünüyorsam haksız mıyım?
Rene Magritte’in 1953 yılında yaptığı “Golconda” resmine bir kez daha bakmalı. Havada asılı kalan, ne düşen, ne kalkan, öylece duran, her yönüyle birbirine benzeyen insanlar. Arka planda, Brüksel’in periferisindeki evler. Yağmur olup yağsalar bile bitmeyecekler gibi.
Maalesef sanatta tekrarın verdiği ritmi hayat bize veremiyor. Bir önceki güne benzeyen sabahlara uyanmak hayata yeni gözlerle, çocuk gözlerle bakabilmeyi imkânsız hale getiriyor. İçinde bulunduğumuz hali tanımlayamadığımızı düşünüyorum. Her anormal durum zamanla normalleşiyor.
Küçüktüm. Teyzemin evinin bir odası karanlık iç avluya bakardı. Moda’daki eski bitişik nizam apartmanların çoğunda hala böyledir. İşin ilginç yanı, bu eski evlerin karanlık iç avluya bakan pencereleri için “aydınlığa” bakıyor denirdi. Çocukluğumun enigması. Karanlık olmasına rağmen aydınlık denmesinin sebebini düşündüm ve sebebi bilinemeyen birçok şeyde olduğu gibi sebebi ben uyduruverdim. Ben, en ucu göremediğim için karanlığa mahkûm olduğumu ve az daha ileriyi görebilsem aydınlığa erişebileceğimi sanıyordum. Bayıldığım Hammershoi’nin resimleri de bana eski karanlık aydınlık pencereleri hatırlatır durur.
Dizideki Offred'e baktıkça insanın hayatının değişen koşullarına nasıl adapte olabildiğini görüyorum. Her an yeniden yapılanan bir hayat tasavvuru ve bugünü düşününce bize hiç uzak düşmüyor. Sennett'in Karakter Aşınması kitabında anlattığı gibi, sözde esnek çalışma koşulları aslında 24 saatini köle olarak geçiren, yaşam boyu iş güvencesi yok edilen, sürekli iş ve şehir değiştirerek yön duygusunu yitiren, istikrarlı işlerin yerini geçici projelere bıraktığı ve dünden yarına sürüklenen yaşam parçacıklarından beslenen, rekabetin körüklediği "güvensizlik" ve "kayıtsızlık" duygusuyla yaşayan insan elbette ki insan olmanın gereği olarak görünen tüm duygulara uzak, sadece hayatta kalmak üzerine kurulu bir yapıda da devamlılığını sürdürebilir. Çünkü sevemediğiniz insanları başkaları sever, o hayalini kurduğunuz işe başkası girer, çocuğunuzu nerede okutacağınızı bilemezsiniz, yenilir ama niye yenildiğinizi bilmezsiniz, her sorunun kaynağının toplumsal olduğunu unutarak kendinize suç bulur ve çare "self-help" kitapları dersiniz. Kendinize aslında içinde olmadığınız bir Instagram dünyası yaratır ve aslında ruhunuzun ne istediğini ve kim olduğunu bilmekle yüzleşemeyeceğiniz için her gün yeni bir maceraya koşarsınız. Şarap tadım kursundan çıkıp el emeğinin kutsandığı biçki dikiş kursuna giderken keşke spor kıyafetlerimi giymiş olsaydım, şu an boş durmaz bisiklete binerdim diye düşünürsünüz. Reddeder ama yine geri dönersiniz, boşluğa düştüğünüzde her zaman başka şeye tutunursunuz. Bir yerlere siz gelmeden pastanın kesilme ihtimali sizi incitir çünkü tek olmanın keyfini süremezsiniz. Çünkü katı olan her şey buharlaşır. Anlam yüklemeye çalıştıkça içi boşalır, anlam kaybolur ve sanki anlam veremiyor olmaktan yine kendinizi sorumlu tutarsınız.
Nazım Hikmet soruyordu:
“Akşam nerde bitiyor nerde başlıyor şehir?
Şehir nerde bitiyor sen nerde başlıyorsun?
Ben nerde bitip nerde başlıyorum?”
Bugün tüm gün, aklımda bu son soru vardı. Ben nerde bitip nerde başlıyorum sahi? Yani bazen bitiyor ama yeniden başlıyor muyum? Yoksa Magritte’in adamları gibi havada asılı mı kaldım? Bazı gün tüm mümkünlerin kıyısında, bazı gün imkansızlığın denizinde olmam bundan mı? Cevabımı Scarlett’ten ödünç alıyorum. “Bunu yarın düşüneceğim.”