Geçtiğimiz günlerde başlayan Mucize Doktor dizisi epey ilgi uyandırmışa benziyor. İnsanı insanla karşılaştırmak, şu hayatta yaşadıklarımızın sadece bizim başımıza gelmiyor olduğunu bilmek iyileştirecek bizi.
Mucize Doktor dizisi 2017'de yayınlanmaya başlayan The Good Doctor dizisinden ve o da 2013'te yayına giren Güney Kore dizisinden uyarlama. Kore dizisi bir sezon sürdü ve çok beğenildi. Amerikan versiyon Eylül 23'te 3. sezonuna başlayacak. Dizide otizm ve savant sendromlu bir doktoru izleyeceğiz.
Dizinin bizde de uzun soluklu olabilmesi ve toplumsal farkındalığa dokunarak insanı insanla karşılaştırabilmesi çok önemli. Ancak Türkiye'de diziler tele-novelas gibi uzun soluklu çekiliyor. Dizilerde işlerin sarpa sarması, senaryonun işin içinden çıkılmaz bir hale gelmesinin bir sebebi de bu uzun format yapısı. Bu aynı zamanda sektördeki çalışma koşullarını çok ağırlaştırıyor. Dizi umalım ki bu duruma kurban gitmesin.
İletişim derslerinde temel olarak anlattığımız şudur; insanların birbirleriyle iletişim kurması, birbirini dinlemesi birbirini anlayabilmesi yönünde dev bir adımdır. Kulağa olağan üstü kolay gelen ama uygulamaya geldiğinde çuvallatan bir durumdur bu. Ne kadar farklı kültürden, farklı coğrafyadan insanla karşılaşırsak kendimizi o kadar zenginleştiririz. Benzer acıları çektiğimizi bilmek bize iyi gelir.
Şu dünyada başımıza gelen işlerin bir çoğunun bir başkasının başına da geldiğini, yalnız olmadığımızı hissederiz.Farklı giyindiği, farklı konuştuğu, farklı iletişim kurduğu için çizdiğimiz "normal"in dışında kalanları oldukları haliyle daha değerli bulmak ve onları iletişim kurmak için sıklıkla kendi küçük çemberimize davet etmek ufkumuzu açacaktır.
Edebiyatın acıları anlatırken bize sunduğu katkılardan en büyüğü budur. Tutunamayanlar romanında Selim "küçümseyici gülümsemelerinin beni gece yarısı uykumdan uyandırdığını, sabaha kadara yatakta kıvrandığımı bir bilseler" der. Ah bir bilseler. Bizi başka insanların acı dolu hikayelerini okumaya iten, ekran karşısında hayata tutunamayanların, kadere kurban gittiğini düşünenlerin görüntülerini izlemeye iten biraz da bu özdeşlik kurma ihtiyacıdır. "Edebiyat gündelik dilin görünmez kıldığını yeniden görünür hale getirir" der Nurdan Gürbilek.
Ve ekler. "Ancak edebiyat sadece gören değil görülendir. Var olabilmek için başkasının bakışına muhtaç olan şey, bakışın yalnız öznesi değil, nesnesi de olmaktır."
Sinema da bize bu aynayı tutar. Kendimize benzeyen insanların hikayeleri çok severiz. Çektiğimiz acıları çeken, farklılıklarımıza ortak olan anlatılara tutunuruz. Popüler kültürü bir direnme ve aynı zamanda da bir boyun eğme alanı olarak tanımlarsak, popüler metinlerini iki farklı şekilde okumak mümkündür. Bu metinler, sistemin hakim yapısına sıkı sıkıya bağlı olsalar ve geleneksel olanı yeniden ve yeniden üretiyor olsalar dahi, aynı metinler modern dünyanın tekdüzeliğine karşı çıkma, modernitenin sonucu olan yabancılaşma olgusuna direnme ve de hayatın sıradanlığına fantastik öğeler katarak toplum için bir sosyalleşme ajanı olarak çalışma görevini de üstlenmektedir. Daha doğrusu bir öğenin popüler kültür öğesi sayılabilmesi için gereken budur. Bunun dışında kalanlar sadece kitle kültürü öğesi olabilirler.
Dayanışma ruhu üzerine kurulu öykülerin, insanın dünyayı, ikili ilişkilerini anlamlandırmak için kullanılan bir sembol olduğunu söylemek mümkündür. Clifford Geertz, popüler kültür alanında ortaya çıkan sembol ve işaretlerin, insanların dünyayı, kendilerini, başkalarıyla ilişkilerini anlamak için bir sembol olarak kullanılabileceğine işaret eder. Geertz’e göre, dimağımızı berrak tutabilmek için şeyler hakkında ne düşüneceğimizi bilmemiz gerekmektedir, bunun için de ritüel, efsane ve sanatın sağlayabileceği toplumsal sembolik duygu modellerine ihtiyacımız vardır. Bu sembolik modeller şu dönemde sosyal medyadan ya da televizyondan fırlayıp gelebiliyor karşımıza. Haluk Levent'in "Ahbap" projesi, "Susamam" şarkısı ya da ümitli bir bakış açısıyla bazı televizyon dizilerin metinleri.
Kendimizi hep bir başkasının bakışıyla tanımladığımız bir dünyada yaşıyoruz. Bu sebeple başkalarının bakış açılarını ne kadar zenginleştirirsek baktığımız aynaları o kadar çoğaltabiliriz. Mucize Doktor dizisi ile ilgili bir çok eleştiri yapabilirim.Karakter kurulumu, melodram anlatısına kaçan iniş çıkışlı dramatik yapısı gibi. Dizide sevdiğim sahneler kadar sevmediklerim de çoktu. Hikaye bir anlatıdır, bunu ifade etme yolu, hangi görüntünün ve sesin o hikayeye eşlik edeceğini belirlemek ise anlatım.Burada daha çok anlatının kendisiyle ilgili yorum yapmaya çalışıyorum. Zira bir anlatı metni olarak dizilerimizin artık kitle kültürü değil ama bir popüler kültür metinleri olabilmeleri fikrine kucak açıyorum.
Geçen yıl yayınlanan "Tek Yürek" dizisi böyle bir örnekti. Popüler kültürün aslolan “muhalif olma” özelliğini yitirip “kitle kültürü”ne indirgendiği günleri yaşarken bizi bizimle karşılaştıracak, farkındalığımızı arttıracak her türlü metine kucak açıyorum.Zira gerçek karşılaşma anları "Çizgili Pijamalı Çocuk" filminden bize arta kalanlardır.
Arthur Rimbaud "ben bir başkasıdır" derdi. Dostoyevski ise dünyanın mutsuzluğunun başkalarını anlamamaktan dolayı geldiğini. Birbirimizi anlayacağımız, birbirimizi öğreneceğimiz ve böylece zenginleşeceğimiz bir yayın dönemi olsa ne güzel olur.
Umarım doktor gerçekten mucizeleriyle gelir.