KAĞITTAN HAYATLAR X X X (Paper Lives) Yönetmen: Can Ulkay Senaryo: Ercan Mehmet Erdem Görüntü: Serkan Güler Müzik: Jingle Jungle, Ömer Özgür Oyuncular: Çağatay Ulusoy, Emir Ali Doğrul, Ersan Arıcı, Turgay Tanülkü, Selen Öztürk, Osman İskender Bayer, Tomris Çetinel, Volkan Çalışkan Netflix yapımı, 2020 |
Can Ulkay'ın yeni filmi elbette ilgiye değer!.. Karşımızda herkes bayılmasa da, hatta eleştiri düzeyinde çoğunlukla küçümsense de, kitlelere ulaşmayı başarmış ve kimi eleştirmenlerin (örneğin benim) de hayli sevdiği filmler yapmış bir yönetmen var: Ayla, Müslüm, Türk İşi Dondurma... Ve yakında gelecek olan Dumlupınar: Vatan Sağolsun... Ama öncelikle ve özellikle Ayla...
Tüm bu filmler üzerine uzunboylu yazdım; kitaplarıma girdi. Onları yinelemek istemiyorum. Ama çok genel olarak Ulkay ve etrafındaki ekibin temel özelikleri şunlar: Tarihimizin ilginç, ama biraz unutulmuş olaylarına ve kişilerine eğilmek; sağlam bütçelerle yola çıkıp evrensel düzeyde yapımlar imal etmek; görsellik başta bir filmi oluşturan tüm ögelere gereken önemi vermek. Ki en iyi örneği bence hâlâ Ayla'dır...
Kağıttan Hayatlar tüm bu filmlerden radikal biçimde ayrılıyor. İşin içinde tarih, ünlü adlar, iddialı konular filan yok. Tersine, çağdaş toplumumuzun en alt düzeylerinde geçen, İstanbul'un yoksul kesimlerine dalan ve en acınası bir çevreyi (bilmiyorum, buna meslek denebilir mi?) ele alan bir hikâye. Kağıt toplayıcıları... Ki örneğin bizim Ulus gibi bir semtteki evimizin önünden sıkça geçer, belediyelerin kocaman çöp kutularını karıştırır, bulduklarını el arabalarına atıp götürürler. Yaptıkları işe de "kağıda çıkmak" denir. Aldıklarını ne yapıp ederler? Bilmeyiz ve öğrenmek de istemeyiz.
Film şu yazıyla açılıyor: "Sokakta kimsesiz büyüyen tüm çocuklara ithaf edilmiştir." Evet, çünkü sonuç olarak hikâye için seçilen semtler Ulus filan değil, kentin en yoksul köşeleridir. Ve orada, farklı olarak, çocuklar da vardır: Kısaca "sokak çocukları" dediğimiz, birkaç kalemin belirtiği gibi vaktiyle en çok Kemalettin Tuğcu adlı yazarımızın işlediği, bu kalabalık ve bol çocuklu ülkede ana-babaların, kimi zaman en zalim biçimde, büyütmek değil kurtulmak istediği o talihsiz ve zavallı veletler.
Aslında filmin ana kişiliği olan Mehmet de (Çağatay Ulusoy) sonradan ortaya çıktığı gibi böyle bir çocukluk geçirmiş ve sonunda kendini sokakta bulmuştur. Yine yavaş yavaş belirdiği gibi, onu alıp koruyan ve kurtaran yaşlı Tahsin Baba (Turgay Tanülkü) olmuştur. En iyi arkadaşıysa Gonzi diye anılan Gonzalez (Ersan Arıcı). Biz Mehmet'i hayatının en zor bir döneminde tanırız. İyice hastadır, Gonzi onu hastaneye getirir. Ve bir böbrek nakli için sıraya konur.
Bu arada semtin en yoksul sokaklarını tanırız; eski evler, daracık Arnavut kaldırımı sokaklar, yığılı duran çöpler, sarkan çamaşırlar... Biraz Beyoğlu'nun veya Cihangir'in arka sokakları, biraz Balat. O kağıt arabalarını dikkatle karıştırıp işe yarar birşeyler bulmak başlıbaşına bir uğraş, hatta bir meslektir: Bir kutu, yarım bir puro, eski bir resim...
Ve birden bir sürpriz; birinin içindeki torbadan bir çocuk çıkmasın mı? O küçük Ali'dir ve zalimce oraya atılmıştır. En "galip ihtimal" üvey babanın zulmüyle başa çıkamayan annesinin bunu yaptığıdır. Ne olursa olsun, Mehmet ona tutulmuştur, onda belki kendi çocukluğunu bulmuştur. Onu polise teslim etmek istemez, olsa olsa annesini bulup bizzat teslim etmeyi düşünür. "Anneyi bulmak..." Zaten kendi "Ölmeden önce yapılması gerekenler" listesinde de bir numaralı madde değil midir?
Filmin ilginç yanları olduğu kadar, kimi kusurları da dikkat çekiyor. Hikâyenin gelişimi içinde birçok sürpriz ve de çelişkili ögeler var. Öncelikle bunu temelde yoksulluk üzerine bir film ya da bir tür kağıt toplayıcılar belgeseli saymamak gerek. Hele o çok yoksul denen kesimin hamam eğlencesinden yıldönümü partisine eğlenceleri... Ki orada da halayla bale karışımı bir şeyler yapıyorlar!.. Bu daha çok "Onların da bir hayatı, dostu-düşmanı, sorunları-sevinçleri, mutlulukları-hüzünleri var" türünden bir yaklaşım. Bizim gibi "partisever" bir halk, o düzeyde bile bundan vazgeçmiyor sanki!..
Film genel havasıyla aşırı iyimser ve fazla hayalci gözüküyor. Ama giderek dramın dozu yükseliyor ve mesajların ciddiyeti artıyor. Kadınların azlığına, hatta neredeyse yokluğuna rağmen, bu sonunda temelde anne-oğul ilişkisine dayalı bir filmdir. Bunu keskin bir hüzünle duyuran sahneler kolay unutulacak gibi değil. Örneğin ölmeyi dileyen ve bunu şöyle açıklayan bir çocuk: "Ölmek istiyorum, çünkü geç olursa annem beni tanıyamaz!" Ya da zalim sokak çocuklarının Ali'ye bali denen uyuşturucuyu içirmek için bahaneleri: "Bunu içersen anneni görürsün!" Ve de onun kanması...
Ama asıl ilginç olan, Mehmet'le Ali'nin ilişkisi. Bu ilişkinin gizemli, mistik ve fantastik bir yanı var. Ki ancak finalde ortaya çıkıyor. Elbette bunu açık eden kimi eleştirileri okumadıysanız!..
Oyuncular genelde iyi. Çağatay Ulusoy'un Mehmet için fazla yakışıklı durmasının dışında... Ersan Arıcı ve Turgay Tanülkü'yü özellikle beğendim. Çocuk oyuncu Emir Ali Doğrul da hiç fena değil. İstanbul'un kullanılışı da gayet iyi. Sokakların dışında, çoğu şafak vakti veya gün batımında çekilmiş panoramik sahnelerle... Ama en beğendiğim Sarayburnu'nda çoluk-çocuk yüzme sahnesi oldu.
Filmde iki -başarılı- bestecinin yanı sıra, kimi şarkılar da kullanılmış. Yerli-yerinde denecek biçimde... Açılış jeneriğinde Müslüm Gürses'ten İtirazım Var. Sonra Neşet Ertaş'tan Yalan Dünya. Finaldeyse Selda'dan Ağlama Anne, şu sözlerle biten: "Ağlama anne, benim için ağlama / Ben de yandım o acılardan / Herkes kadar aldım o acılardan."