Türkiye aldı başını bir yerlere gidiyor. Bunun hayırlı, olumlu bir gidiş olduğunu söylemek kolay değil. Özellikle ‘darbe sonrası’, böylesine haince bir planı bozma ve yapanları suçüstü yakalama başarısının getirdiği ortak sevinç ve tüm parti yöneticilerinin aynı noktada buluşmaları (bir diğer deyimiyle Yenikapı Ruhu), ne yazık ki beklenen akıl ve umulan basiret gösterilemediği için, toplumun geleceği için yine hayli karanlık bir ufka doğru yol alıyor.
Olayın kişisel olarak bana hatırlattığı, tarihin içinden süzülüp gelen o meşhur, menfur ve malum Cadı Kazanı olayıdır. Temelleri, Avrupa kültürünün Ortaçağ’da başlayan ve kökenlerini Hıristiyan taassubundan alan o ünlü uygulamaları. Yani çok popüler deyimiyle ‘Cadı Avları’.
Cadılar, malum, “bizim masal ve filmlerden aşina olduğumuz, bazen sevimli olan, ama genelde süpürgesiyle uçan çirkin yaratıklar” ki genelde şeytanla işbirliği içinde olup Tanrı’ya karşı çıkarlar ve gerçek dinin ve dindarların düşmanı olurlar. (Buradaki kimi satırlar internetten ve ekşi sözlük vb. sitelerden alınmıştır).
Tarih boyunca bu takım öylesine bir zulme uğramıştır ki… Önce Katoliklerin başlattığı, ama sonra Protestanlardan Anglikanlara tüm mezheplere de sıçrayan bu dinsel taassup seferi, yalnız Avrupa’da yıllar boyu 200.000 kadının öldürülmesi gibi bir katliama yol açmıştır. Çoğu diri diri yakılan, kimileri asılan…
Ama tarih bunlardan çok az söz etmiştir. Temel nedeni, birçok kaynağa göre büyük çoğunluğunun yoksul, cahil halk kesimlerinden gelmesi ve aralarında soyluluktan nasiplenmiş hemen hiç kimsenin bulunmamasıdır. Yani vaka-i nüvisler için ilginç olmayan bir durum!...
Olay 15. yüzyılda Fransa’da başlar, sonra Almanya, İsviçre, İtalya ve İngiltere’ye yayılır. Ve engizisyon denen büyük Katolik zulmünün aracı olup çıkar. 16. yüzyılın ortalarından sonraysa giderek artar. Üstelik bir dönemden sonra, örneğin Jeanne D’Arc’ı da yakan dinsel mahkemelerden alınıp seküler mahkemelere geçtiği halde…
Shakespeare bile Kral Lear adlı ünlü oyununda cadılardan şöyle söz eder:
“Üst tarafları kadındır onların, ama alt tarafları hayvandır; bellerinden yukarısı tanrılarındır, ama aşağısı şeytanın malıdır. Cehennem, zulmet, kükürt kuyuları, alev alev ateşler, kaynar sular, pis kokular hep, hep oradadır”
Öte yandan, gerçekleştirilen infazlar, dönemin cadı avlarının sadece büyücülükle ilgili olmadığını göstermektedir. Arka planda servetlerin el değiştirmesi, kimi topraklara el konulması, kolektif ilişkilerin yok olması gibi şeyler vardır. Ve bunlar ilkel, kırsal bir kapitalizmin gelişme aracına dönmüştür.
Korkunun ve şüphenin yanı sıra hırsın da dalga dalga yayılması insanların, hatta akraba ve arkadaşların bile birbirlerinden şüphelenmesi, ihbar kurumunu beslemiştir.
Ama olayın başka coğrafyalara sıçraması kaçınılmazdır. Nitekim 1692 yılında, Amerika kıtasına gelen İngilizlerin kurduğu ilk kolonilerden biri olan Salem’de böylesi bir iftira kampanyası başlamış ve kısa zamanda yayılmış. Bu da aralarında ileri gelenlerin de bulunduğu sayısız insanın yakılmasına yol açmış.
Ne tuhaftır ve acıdır ki, tüm bunların geride bırakıldığı modern zamanlar tarihi içinde de bu olaylar hep var oldu. En başta, 1930’larda Hitler gibi bir zorbanın Almanya gibi bir kültür ve demokrasi ülkesinde, tek adamlığını inanılmaz biçimde pekiştirerek Nazilik denen insanlık suçunu önce tüm ülkede yaymak, Yahudi soykırımını başlatmak ve sonra tüm dünyayı ateşe atmak gibi marifetleri yürütmesi kolay anlaşılır şey midir? Almanlar ne yaparsa yapsın, bunun utancını hep taşıyacak: tarih boyunca… Ama nasıl açıklanabilir, tüm bir toplumun böylesine körleşmesi ve bir çılgına teslim olması?
Dahası da var. Nazizmin neden olduğu büyük savaştan hemen sonra, bu kez Salem’in ülkesi ABD de benzer bir süreci yaşar. Savaşta Nazizm’e karşı ortak olunsa da sonradan birden artan ‘Komünizm Tehlikesi’, dönemin en tipik popülist siyasetçilerinden, bir erken dönem Donald Trump’ı olan senatör Joseph MacCarthy tarafından öylesine abartılıp sömürülür ki, başta Hollywood dönemin tüm Amerikan solcu, ilerici, hatta liberal vatandaşları, başta entelektüeller ve yazar-çizerler, Amerikan düşmanlığıyla suçlanır. Ve itirafa zorlanır.
Özellikle Hollywood’da ünlü Amerikan Karşıtı Etkinlikleri Araştırma Komisyonu önünde birçok yazar, yönetmen, oyuncu, sendikacı vb. adeta zorla konuşturulur. Bunun en hatırlanan örneği kendisi de yabancı kökenli (Türkiye doğumlu) ve sinema tarihinin en önde gelen yönetmenlerinden Elia Kazan’ın tam bir ihbarcılığa dönüşen savunmasıdır. Ki bunun utancını ömür boyu taşımış, acısını çekmiştir.
Ünlü yazar, bir dönemde Marilyn Monroe’nun kocası olan Arthur Miller, o günlerde ünlü The Crucible- Cadi Kazanı adlı oyununu yazar. Ele aldığı, o malum Salem olaylarıdır. Ama asıl hedefi elbette McCarthy dönemidir.
Bu eseri ve o dönem için şöyle demiştir: "Tüm ülke daha dün doğmuş gibiydi. Birkaç yıl önce kimsenin değil unutmak, değiştirilebileceğine bile inanmadığı en asal nezaket kuralları unutulmuştu. Yıllardır tanıdığım insanlar, selam bile vermeden yanımdan geçer oldular. Şaşırmıştım, çünkü bu insanlardaki büyük korku bilerek planlanmış, bilinçle yürürlüğe konmuştu. Ve insanlar yalnızca korkmayı biliyorlardı. Bu kadar içsel ve öznel bir duygunun bu kadar dıştan yaratılmış olması, bana bir mucize gibi geliyordu. Cadı Kazanı'nın her satırının altında bu yatar."
İşte böyle…Türkiye’de şu günlerde olup bitenler, sanki tüm bu tarihsel dönemlerin bir uzantısı. Asılında haklı bir korkunun, yerinde bir şüpheciliğin ve hayli yol almış gözüken bir çeteyi temizleme gayretinin yersiz, abartılı, giderek insafsız biçimde işleyen bir çarka dönüştürülmesi, modern bir cadı avının tüm sinyallerini veriyor.
FETÖ örgütüyle herhangi bir biçimde işbirliği suçlaması, bugüne dek ve birkaç hafta içinde on binlerce memur, öğretmen, polis vb’nin, yüzlerce gazetecinin, yine yüzlerce iş adamının, sayısız akademisyenin, birçok yazarın, tanınmış baletlerden ünlü sporculara birçok seçkin ismin de tutuklanmasına yol açtı, açmaya devam ediyor.
Üstelik tüm bunlar koca bir toplumun gözü önünde, gerçekten insafsız biçimde yapılıyor: Birçoğunun tüm mal-mülklerine ve banka hesaplarına el konuyor, eşleri, ana-babaları, çoluk-çocukları bile gözaltına alınıyor. Aileler çöküyor, soylar kuruyor, o çocuklara bir gelecek kalmıyor. Ve olası gerçekler, açık iftiraların altında eziliyor. Yani tam anlamıyla at izi it izine karışıyor!.
Peki ama, böyle bir dönemde insan normal yaşamını sürdürebilir mi? Hiçbir şey yokmuş gibi alışılmış düzenini devam ettirebilir mi?
Ben kendi adıma, olup bitenlerden derin bir acıyla dolaşıyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Hatta içimden yazmak bile gelmiyor. Filmleri izlemek, bunun için hemen her gün yapılan basın gösterilerine gitmek bile zor geliyor. Ki bu benim yarım yüzyıldır yaşam tarzım olmuş!...
Ben toplumsal durumun ve özellikle siyasetteki gelişimlerin beni kişi olarak böylesine etkilediği bir dönem hatırlamıyorum. Peki, ya bunları gerçekten yaşayanların, bu durumların gerçek kurbanlarının ne yapması gerek?
Bunu bilemiyorum. Ama elbette iş temelde bizi yönetenlerin sorumluluklarını idrak etmeleri, görevlerinin getirdiği şeyleri daha iyi yapmalarıyla bağlantılı.
Tarihi günler yaşıyoruz. Ve sorun artık sorumluluk sahibi, vicdan sahibi, özellikle makam sahibi herkesin bilinçle, akılla, vicdanla davranmasına bağlı.
Bizim de Arthur Miller’lerimiz var. Ve günün birinde bugünleri yazacaklar. Orada, o kitaplarda, o anılarda nasıl yer almak isterdiniz?