Ölümler art arda geliyor. Yalnızca sinemada son ayların yaprak dökümünü kastetmiyorum –ki birçok değerli sanatçıyı yitirdik. Daha çok, yakın çevremden, kitleler pek tanımasa da bana büyük üzüntü veren ölümlerden söz ediyorum.
Bunlardan biri, bir ‘esnaf’ tarafından haince katledilen gazeteci Nuh Köklü oldu. Habere görece bir ilgisizlikle baktım: Onu tanımıyordum. Yine de olayın vahameti açıktı; esnafı kendisine doğal bir siyasal ortak, amaçladığı ‘derin Anadolu’ kökenli geniş bir kitlenin oluşturacağı hazır bir oy deposu gibi gören bir siyasetçi, sonuçlarını düşünmeden ettiği ünlü sözlerden biriyle neredeyse ülkenin asayişini, nizaınını ve adaletini o kesime yüklemiş değil miydi?
İşte biraz dengesiz olan biri de o mesajı alıp kendince yorumlamış ve bir kar topu (evet, sadece vitrine atılmış bir kar topu) nedeniyle, gencecik bir insana kıyıvermişti. Tam bir cinnet hali!...
Ama sonra Nuh’u tanıdığımı, birlikte çalıştığımızı da farkettim. O 2000’lerin başında Sabah’ta çalışmış, özellikle ekler için hınzır ve yaratıcı söyleşiler yapıp haberler derlemişti. Üzüntüm katmerlendi. Ne diyelim? Allah rahmet eylesin, siyasetçilerimize de izan ve itidal telkin etsin...
Bir diğer ölüm, sevgili, değerli ve merhum yönetmen dostum Erdoğan Tokatlı’nın dul eşi Reyhan Tokatlı oldu. Birzamanlar ailece de görüşürdük; Kadıköy’deki evlerine gitmişliğimiz vardı. Ağabeyi, Türkiye’nin dönemindeki gerçek aydınlarından olan Attila Tokatlı’yı yıllar önce yitiren Erdoğan, uzun bir hastalıktan sonra 2010’da vefat etmişti. Ardından Reyhan da amansız bir kansere yakalandı, o güzel yüzünün bir bölümünü aldırmak zorunda kaldı. Ne zor günler...O karlı havada, karşı yakadaki cenazesine bile gidemedik. Gerçekten üzgünüm.
En son da yakın dostumuz Sevim Humbaracı vefat etti. Geniş bir ailenin bu sevimli kadını, benim hep “Nişantaşı’nın harika kadınlarından” diye takıldığım Sevim, ayrıca Atakul, Tara, Gülçelik, Gürdoğan, Üsküp, Üstün, Erten, Örnek, Kumbaracı ve elbette Humbaracı gibi birçok aileyle yakınlık ve akrabalık kurmuş, son derece kültürlü ve esprili bir hanımefendiydi. Ve bizler için yıllardır briç ve koringo arkadaşıydı. Bu yazı bittikten hemen sonra cenazesine gideceğiz. Ona da rahmet, ailesine sabır diliyorum
Ölümlerden biraz müzikle teselli bulalım. Önce, uzun zamandır yazmak istediğim bir albüm. Göksel’in Sen Orda Yoksun albümü (Avrupa Müzik)
Bu bence uzun zamandır dinlediğim en iyi Türk popu albümü. Göksel 11 şarkının hepsini yazıp bestelemiş, sadece biri için Mabel Matiz’den yardım almış. Genelde “eller havaya” denebilecek hiçbir şarkı içermeyen ve sözlerinden müziğine bir melal ve duygusallığı baştan sona sürdürmeyi başaran bir albüm.
Hemen hepsini sevdiğim şarkıların içinde Sen Orda Yoksun, Belki Adın ve Aşk Kahrolsun’u başa alabilirim. Ama Gittiğinde, Kelepçe, Bin Parça ve Bu Sabah da ayni ölçüde etkileyici. Mutlaka dinleyin.
Yabancılardansa en çok Bob Dylan’ın yeni CD’si Shadows in the Night- Gecenin Gölgeleri’ni sevdim (Sony Music). Dahi ozan, besteci ve yorumcu, 10 parçayı da Amerikan standartlarından, yani hafif müziğin klasik döneminin unutulmaz eserlerinden seçmiş.
Aslında bu başlıbaşına bir olay. Anglo-sakson pop müziğinin ünlüleri, özellikle 60’lardan itibaren rock, blues, hiphop vb. farklı alanlarda, o klasik dönem bestecilerinin, ballad ve swing egemenliğinin kıral ve kıraliçelerinin tahtını sallayıp durmadılar mı? Benim kuşağım bir denge kurmaya, Cole Porter, George Gershwin, İrving Berlin, Rodgers-Hart gibi besteciler ve Frank Sinatra, Nat King Cole, Louis Armstrong, Doris Day, Sarah Vaughan gibi yorumcuların temsil ettiği eski dönemle, rock’n roll sonrası yenileri belli bir zevk sentezinde birleştirmeye çalıştı. Ama ya genç kuşaklar?
İşte o kişisel ozan-şarkıcıların, rock ve blues’un süzgecinden geçerek müziğe damga vuran sanatçıların öncülerinden Bob Dylan, bu kez basında ‘Dylan’ın Sinatra şarkıları’ diye tanıtılan bir albümüyle çıkıp geliyor. Dylan’ın o kırık, karamsar, alabildiğine şiirsel sesi ve müziğiyle, Sinatra’nın sanki kusursuzluğa adanmış sesi ve yorumuyla söylediği klasik olmuş parçalar biraraya gelebilir mi?
Dinleyin ve yanıtını alın. Sinatra’nın tek başına bir duygusal manifesto olan I’m A Fool To Want You’suyla başlayıp Autumn Leaves, Some Enchanted Evening, Where Are You?, What’ll I Do, That Lucky Old Sun gibi klasiklerle süren albüm, çok inandığım temel bir şeyi bir kez daha doğruluyor: Müzikte (ve belki sinemada da) eski-yeni ayrımı yoktur. İyi- kötü ayrımı vardır. Ve zamanı gelince her gerçek müzisyen, eskiyi de anma ve ona saygısını gösterme fırsatını kaçırmamalıdır.