Ve işte festivalin ikinci bölümünden izlenimler. Cuma gününe dek görebildiğim filmler arasından... Ve sonunda ‘yıldız tablosu’. Yine genelde güzel sürprizler, iyi filmler ve dünya sinemasından hatırı sayılır, keyif ve umut verici bir panorama.
Amerikan bağımsız sinemasının ustalarından Hal Hartley imzalı Ned Rifle, sanatçının önceki iki filmini bir üçlemeye dönüştürerek noktalıyor. Ağızda müthiş bir kara film tadı bırakarak ve hepsini yeniden görme isteği vererek...
Altın Lale’den üst üste iki etkileyici Fransız filmi. Deneyimli Cedric Cahn, Vahşi Yaşam’da gerçek bir olaydan yola çıkarak üç çocuklu bir çiftin öyküsünü anlatıyordu. Kent yaşamıyla ilgisini keserek doğada bir tür komün hayatı yaşamayı seçen babayla, çocuklarını normal bir yaşam için eğitmek isteyen annenin tüyler ürpertici savaşımını anlatan ilginç bir film... Quentin Dupieux’nün Fransa-Belçika yapımı Gerçeklik ise çok farklı bir alanda, bir avuç eksantik kahramanın iç içe serüveni üzerine çılgın bir absürt komediydi: bu zor türün iyi örneklerinden...
İngiltere’den Lone Scherfig imzalı Taşkınlar Kulübü de en iyi sürprizlerden oldu. Ünlü Oxford üniversitesinde yüzyıllar önce kurulmuş, en soylu ve zengin bir avuç gencin oluşturduğu bir özel kulüp üyelerinin bir gecelik eğlence öyküsünü anlatan film, İngiliz toplumunun o bitmeyen sınıfsallığı üzerine acılı ve gerimli bir metafor ve ürpertici bir hikayeydi.
Yine İngiltere’den Yann Demance imzalı 71, 1971 yılının Belfast’ında İRA örgütüyle bir grup İngiliz askerinin bir gecelik çatışmasını anlatırken, sinema tarihinin en gerilimli sokak isyanı filmlerinden birini karşımıza getiriyordu.
Çok başka bir sinemaya, İsrail sinemasına bakarsak, festivalin en çarpıcı filmlerinden olan İsrail Usülü Boşanma’ya eğilebiliriz. Bu yılın yeni bölümü Aile Bağları’nda yer alan film, ülkenin tanınmış oyuncu-yönetmen çifti Ronit ve Shlomi Elkabetz’in imzasını taşıyor. Yıllardır ayrı yaşadığı kocasından boşanmak için amansız bir savaşım veren, ama ülkenin dini uygulamalardan hukuka dek her yere sinmiş olan ve hep erkeği koruyan ataerkil gelenekler yüzünden bunu başaramayan kadının öyküsü, son derece dramatik olduğu kadar adeta bir belgesel. Kadınların mutlaka görmesi gereken...
Asıl belgesellerde ise şimdilik sadece ABD yapımı Citizenfour’u görebildim. Laura Poitras’ın geçen yıl dalında Oscar alan filmi, özetle Edward Snowden üzerine. Yani üst CİA görevlisi iken hükümetin insan haklarını ezen ve özel hayata tecavüz eden bilgi toplama işlemlerini keşfedip tüm dünyaya duyuran ve bu yüzden ülkesinden ayrılmak zorunda akalan teknoloji uzmanı. Çok didaktik olsa da ilgiyle izlenen ve çok şey öğreten bir film.
Altın Lale için yarışan Amerikan filmi, Alex Ross Perry imzalı Bana Bak Philip, New York fonunda Amerikan aydınlarının mızmız öykülerini anlatan filmlerin en yeni ve çok sıkıcı bir örneğiydi. Nasıl olup da Avrupa’nın saygın Locarno şenliğinde büyük ödül aldığını anlamadım!...
Nigina Sayfullaeva adlı ve Duşanbe kökenli kadın yönetmenin ilk filmi, çağdaş Rusya’da kırsal fonu önünde iç burkucu bir baba-kız ilişkisine ve giderek kuşaklar-arası çatışmaya duyarlıkla yaklaşan Adımı Sen Koy, kimi incelikleriyle görülebilirdi.
Geriye ne kaldı? Çok fazla şey değil... İlk filmi Özgürlük’ü sempatiyle karşıladığım Arjantinli deneyci yönetmen Lisandro Alonso’nun bu kez sabırları taşıran ve ezeli bir doğa yolcusunun içedönük öyküsünü ‘sinema dilini tersyüz ederek’ anlatmayı denerken ipin ucunu kaçıran filmi Liverpool....
Alman kadın yönetmen Sigrid Hoerner’in Hayat Altmışından Sonra’sı yaşlılık üzerine güldürmeye çalışıp bunu başaramayan bir filmdi. En azından benim için... Vuk Rsumoviç imzalı Sırp filmi Sahipsiz Çocuk, gerçek bir hikâyeye dayanarak dağbaşında vahşi biçimde yaşayan bir kurt-çocuğun öyküsünü anlatıyordu. Truffaut’nun ünlü Vahşi Cocuk filmini hatırlatan biçimde...
İspanyol filmi Şeytan-Lucifer, hem biçim açısından (yönetmen daire şeklinde bir kadrajı seçmişti!), hem de hikâye olarak şaşırtmaya dayalı, ama giderek tekdüzeleşen bir garip öykü anlatıyordu.
Sona bıraktığım iki filmse bence festivalin en kötülerindendi. Yunan filmi Sonsuza Dek, bıkıp usanmadan Atina’yı dolaşan iki insanı ve de tren yollarını gösteren bayıltıcı bir filmdi. Ancak kaçarak kurtulabildim!...
Peter Strickland imzalı Burgundy Dükü ise hizmetçisiyle lezbiyen bir ilişki yaşayan varlıklı bir kadının öyküsünü öylesine tumturaklı, ama aynı zamanda naif biçimde veriyordu ki, bir zamanların (60’lar-70’ler) o ucuz erotik İtalyan filmlerini anar gibiydi. Meraklılarına...
NED RİFLE X X X X
71 X X X X
TAŞKINLAR KULÜBÜ X X X X
İSRAİL USÜLÜ BOŞANMA X X X X
GERÇEKLİK X X X
CİTİZENFOUR X X X
VAHŞİ YAŞAM X X X
ADIMI SEN KOY X X
SAHİPSİZ ÇOCUK X X
HAYAT ALTMIŞINDAN SONRA X X
BANA BAK PHİLİP X X
LİVERPOOL X
BURGUNDY DÜKÜ X
SONSUZA DEK X
ŞEYTAN X