SU VE ATEŞ
Yönetim ve senaryo: Özcan Deniz
Görüntü: Olcay Oğuz
Müzik: Yıldıray Gürgen, Özcan Deniz
Oyuncular: Özcan Deniz, Yasemin Allen, Pelin Akil, Yusuf Akgün, Cem Uçan, Barış Yalçın, Burcu Kıratlı, Şefika Ümit Tolun, Tamer Levent, İrem Candar, Muharrem Gülmez
Yapımcı: Avşar Film- DNZ Film yapımı.
Özcan Deniz’in önceki filmlerini yeterince değerlendirememiştim. Sanatçı biraz da Mahsun Kırmızıgül’ün yolundan giderek, bir müzisyenin, üstüne üstlük ‘bir Arabesk ve türkü yorumcusu’nun sinemada da pekala başarılı olabileceğini kanıtlamaya çalışıyor. Kendi adıma önyargılara hep karşı olduğum için, ona bu yolda ancak cesaret verip başarılar dileyebilirim.
Su ve Ateş, Deniz’in diğer filmleri gibi bir aşk hikayesi. Umuyorum ki bunca sorunla yüklü ülke gündemi, ona ilerde aşk dışında da konular ve esinler verir...
Film bir uçakta açılıyor. Ve uçuş korkusu olan bir genç kızın pencere kenarındaki yerini değiştirip hiç tanımadığı bir adamın karşısına, sadece ona ayrılmış dört koltuktan birine oturmasını görüyoruz. Genç kadın bununla da kalmıyor, korku içinde adamın eline uzanıyor ve tırnaklarını geçiriyor. Kanatıncaya dek!..Kabul etmek gerekir ki sinemamız için gayet özgün bir başlangıç sahnesi ve aşka farklı bir adım atış!...
Sonra Haşmet adını kullanan adamın Doğu’lu bir aşiretin önde gelenlerinden ve de bir kan davası nedeniyle ülkeden kaçmış Kemal adlı ‘önemli’ biri olduğunu, Yağmur’unsa alçakgönüllü bir ailenin, Londra’ya çalışmak için gelen kızı olduğunu anlıyoruz.
Evet, Aşk Tesadüfleri Sever. Ve ikili, film boyunca birkaç kez daha ve en beklenmedik yerlerde karşılaşacaklardır. Bunlardan bir hastanede yer alan ikincisi, onları Londra fonu önünde tutkulu ve kızın hamile kaldığı bir ilişkiye sürükler. Ama memlekete dönüp, çözüm bekleyen kan davasını yatıştırmak gerekmektedir. Bunun için karşı aşiretin genç kızıyla evlenme zorunluluğu da cabası!...
Filmin Yılmaz Güney’in tabancalı filmlerinden, özellikle de Umutsuzlar’dan esinlendiği açık. Deniz, tıpkı Kırmızıgül gibi yeni bir Güney olmaya çalışmakla suçlanabilir. Dizilerden gelen zarif Yasemin Allen’i ise o filmin Filiz Akın’ına benzetenler çıkacaktır.
Ama bunların önemi yok...Türkiye’nin toplumsal yapısı, feodal kalıntıları tasfiye edemeyen düzeni ve de TV dizilerinin hala o eski Yeşilçam öykülerini posası çıkıncaya dek kullanma siyaseti, bu tür öyküleri hep gündemde tutmaktadır ve tutacaktır.
Bunu kabul ettikten sonra, öncelikle hikayenin içerdiği tüm dramatik olanakları sonuna dek kullanan becerikli senaryo ve de çekimlerin özeni gözden kaçmayacak gibi değil. Özcan Deniz, yalnızca iki aşığa odaklanmak yerine (ve eski Yeşilçam’ın tersine), tüm yan kişileri de ayrıntılarıyla işlemiş ve birer karaktere dönüştürmüş. Çekimlerin ise ister Londra, ister İstanbul olsun ustalıkla gerçekleştirildiği ve filmin sitilize hikâyesi içinde tam bir gerçeklik duygusu yarattığı söylenebilir.
Elbette günümüz TV dizileri havası, yine oldukça egemen. Bunu örneğin geri plandaki feodal ilişkileri deşmek yerine tümüyle aşk öyküsüne yoğunlaşma tavrından her an hazır ve nazır müziğe, birçok şeyde hissetmek mümkün.
Yine de film iniş-çıkışlarıyla, yer yer bir çağlayan gibi yükselen duyarlılığıyla, dramatik malzemesinin zenginliğiyle seyircisini (sinema yazarları dahil!) alıp götürüyor. Ve kendisini merakla izletiyor.
Ama, bir de o final olmasaydı...Finalleri açık etmeyi sevmem. Ama film boyunca gelişen o felaket havası, bir çözüme ulaşması olanaksız gözüken toplumsal çelişkiler ve trajedilerdeki gibi kaçınılmaz bir ‘akibet’ duygusu, güzel bir sürprizle yerlerini olumlu, iyimser bir mutlu sona bırakabilseydi...
Örneğin Özcan Deniz’in, pardon Kemal’in gözleri, yanıbaşındaki o inanılmaz kadını, kendisiyle intikam için evlenmiş, ama ona aşık olmaktan kaçınamamış esmer güzeli aşiret kadınını (bravo Pelin Akil) sevebilseydi...Kim demiş bir erkeğin, bir insanın yüreği birden çok sevgiye kapalıdır diye...Öyle olmadığı düşünülseydi. Ve bir kerelik, hayat ölüme galip gelseydi...Çok daha iyi olmaz mıydı? Çok daha akılcı, çağdaş ve de unutulmaz bir final olmaz mıydı?