Zülfü Livaneli kuşku yok ki çağdaş Türkiye sanatının en önemli isimlerinden biri. Müzik alanında beste, söz ve yorumda zirveye çıkmış, gazetecilikte köşe sahibi olmuş, sonra da birbirinden ilginç romanları hep çok satmış bir komple sanatçı. Son kitabı da öyle oldu. Ve Kaplanın Sırtında - İstibdat ve Hürriyet'i büyük zevkle okudum. (İnkılap Yayınevi).
Kitap Osmanlı'nın son dönemine ve son padişahlardan II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesinden sonra geçen 9 yılına eğilmiş. 1876'dan 1909'a, tam 33 yıl boyunca koca imparatorluğu yöneten padişah, o büyük kargaşa döneminde savaştan kesin biçimde kaçınıyor; çeşitli tavizler ve entrikalarla görece barış yıllarını tercih ediyor. İmparatorluğu giderek parçalayıp küçültmeyi göze alarak…
Ama olaylar hızla gelişiyor. Ünlü 31 Mart olayı yaşanıyor; İttihat ve Terakki, Meclis-i Mebusan, Jön Türkler gibi kurumlar siyaset sahnesinde arz-ı endam ediyor; gencecik bir teğmen, Mustafa Kemal ilk adımlarını atıyor. Bir yeni dünya savaşı yaklaşıyor. Ve en azından entrikaları payitahttan uzaklaştırmak için, düşük sultan Selanik'e yollanıyor: bir tür sürgün…
Gerçi Selanik'in el değiştirip Osmanlı egemenliğinden çıkması da gecikmeyecektir. Ama dönem için modern, serbest ve özgür o kent, devrik sultana az çektirmeyecektir. Devamlı bir gözaltının azabı altında… Sonradan 1912 yılında yine İstanbul'a yollanmak ve orada 1918 yılında, nedense nefret ettiği Beylerbeyi sarayında ölmek üzere… 76 yaşında. Ve Türk tarihinde çok tartışmalı bir yer bırakarak…
Livaneli'nin romanı sultanın vefatının 104. yılına denk geliyor. Ve kendini büyük bir ilgiyle okutuyor. Bu bir tarih kitabı değil, konusu tarih olan bir roman. Bence tek kusuru kimi olayları yer yer yinelemesi. Ama bunun dışında ona bir insan olarak etkileyici biçimde yaklaşmayı biliyor. Örneğin 13 eşinden yanına alabildiği birkaçı, özellikle de onu gerçek bir tutkuyla seven ve de çok sevdiği Müşfika Hanım'la, yine yanına alabildiği çocuklarıyla ilişkisi son derece patetik.
Ama en ilginç olanı sultanın ülkeden gönderilmiş görevlilerle, özellikle de özel doktoru Dr. Atıf Hüseyin'le ilişkileri. Atıf Bey öylesine sorumluluk sahibi biri ki… Sultanı hem seviyor, hem nefret ediyor. Hem kızıyor ona, hem koruyor. Onunla sürekli bir diyalog içinde. Ve tüm konuşmalarını hemen sonrasında kaydediyor: Tam 12 defter dolduran notlar… Ki bunlar Livaneli için zengin bir hazine olmuş. Yalnız Selanik günleri değil. Tüm geçmişi: başarıları veya hataları, sevdikleri veya nefret ettikleri, sevapları veya günahları… Avrupa seyahatları, tanıdığı kral, kraliçe veya liderler ve onlardan aldığı dersler... Osmanlı sülalesi kadar bizzat tanıdığı Kraliçe Victoria, İmparatoriçe Eugenıe ya da emsalsiz bilim adamı Pasteur üzerine görüşleri. (Tüm bu isimler Türkçe okunuşlarıyla yazılmış).
Livaneli'nin yararlandığı kaynaklar aslında çok daha fazla. Kitabın sonunda verdiği listede 60'ı aşkın ad var: Ayşe Osmanoğlu'ndan Cemal Kutay'a, Cevdet Kudret'ten Falih Rıfkı Atay'a, İlber Ortaylı'dan Mim Kemal Öke'ye, Necip Fazıl Kısakürek'ten Nizamettin Nazif'e, Orhan Koloğlu'dan Taner Timur'a, Fausto Zonaro'dan Michel de Grece'e… İnsan Türk tarihi üzerine bu kadar çalışmayla ne kadar iftihar etse azdır!...
Ama elbette her şey eleştirilebilir, eleştirilmeli. Eleştiri kurumu bunun için var. Nitekim bu kitap da T24'te ağır bir eleştiri aldı. Çok genel bir deyişle yakın Osmanlı tarihine bakışı ve onu yorumlayışı açısından… Livaneli de yine bizim 'sütun'larımızda ona yanıt verdi.
Vallahi ben tarihçi değilim. Bu tartışmalara katılma yetkim ve hakkım yok. Sizler bu yazıları T24'ün 'konuk yazarlar' bölümünde bulabilirsiniz. Üst üste okuyup kendi yargınızı en tarafsız biçimde vermek üzere… Ama bence, öncelikle kitabı okusanız daha iyi olur derim.
Gelelim iki önemli kadın yazarın eserlerine… Daha önce Sahra 1911 ve özellikle çok sevdiğim Botter Apartımanı romanlarıyla tanınmış Ayşe Övür, yeni romanı Zamanın Kapıları'nda (Remzi Yayınevi) yine gözde mekanı İstanbul'a eğiliyor. Ünlü bir politikacının kızı ve inşaat mühendisi Nevra, yaşlı bilge hocası Meryem Tunalı'dan çok şey öğrenmektedir. Bu arada Sivas kökenli bilgisayar uzmanı Sinan ve yakın dostu Özgür'le tanışıyor.
Bir 'yazılım virtüozu' olan Sinan'la ilişkisi gelişirken, hayatlarına Yedikule semtinde yaşayan 'roman' (yani çingene) Arif giriyor. Bu yaşlı adam eski kentin en çok yeraltına meraklıdır; oralarda gizlenmiş tarihi, tünellerde saklanan esrarı çözme peşindedir. Ki bu başına birçok dert açacaktır.
Bu ilginç roman yerüstü ve yeraltı dekorunda geçen bir gizem öyküsü; geçmişle bugünün, tarihle çağdaş teknolojinin kuşaklar-arası bir ilişkiler ağında buluşması. Tüm bu temalara ilgi duyanlar için iyi bir okuma…
Bir süre önce bir kitap fuarında kitabını bana bizzat getirip vermişti. Bir köşeye koymuşum; okumak ancak 'yaz okumalarım' sırasında kısmet oldu. Ve gerçek bir sürpriz yaşadım.
Evet, Yeşim Rüzgar'dan söz ediyorum. Onun Beat Pazarı adı romanından (Öteki Kitabevi). Bir de Karanfilli Kafiye romanı varmış. Elimdeki roman Mardin kökenli bir aileden gelen, Sanat ve Tasarım okumuş, yazarlığa sıvanmış bir genç kadını anlatıyor. Kendi ağzından… Ve bir avuç dostuyla birlikte…
Ama ne anlatmak, nasıl anlatmak… Kendi adıma, şimdiye dek okuduğum en küfürbaz, en sivri dilli, en yoğun bir cinsellik içeren, hayatı aynı zamanda hem çok sevip en çok nefret eden… En uzun cümleler kuran, en özgün deyişler arayıcısı, kendi kendiyle en çok hesaplaşan… Tam bir kadın anlatımı, dişi bir öfke dışavurumu sunan… En çarpıcı, iğrendirici, ürkütücü olmaktan kaçınmamış kitaplardan biri olduğu kesin… Aynı zamanda benzersiz İstanbul. Boğaziçi, Beyoğlu tasvirleri de içerdiği görülüyor.
Bu söylediklerim abartılı gözükebilir. En kestirmesi size birkaç cümle sunmak. İşte bakınız:
"Delice bir ivedilikle yazma nöbetine tutuluyorum. Günlerdir yıkanmadım. Beynim, içindeki sulandırılmış öfkeyi dışarı binlerce meni fışkırtan bir penis gibi kağıdın üzerine boşaltıyor."
"Cenin, Pembe Etki ve ben. Üç kaçık, üç ölümsüz münzevi. Yalnızlığımızın kasvetiyle ihtiyarlıyorduk. Hiçbir uygarlığa ait değildik. Geceyle saklambaç oynayan piçlerdik. Üç farklı bedende yaşayan, büyük, kutsanmış bir ruhtuk."
"Pembe Etki, Cenin'in çıplak kıvrımlarını ısırıp kusuyor, gözlerini yumup Cenin'in kalçalarında kayboluyor. Cenin'in göğüs uçları iki küçük şeker tanesi. Pembe Etki'nin ağzında eriyen iki küçük akide şekeri. Biri iki, üç… Kaç kez sevişiyorlar, kendileri de bilmiyorlar. Seviştikçe otlanıyor, daha da sarhoş oluyorlar, birbirlerinin etlerini ısırıp koparıyorlar."
"İnsan geçmişinde ona temas eden birini en çok bedeniyle hatırlar. Gözümüzle dokunduklarımız hemen siliniverir, ama bedenimizle dokunduklarımız asla kaybolmaz."
"Şu sıralar ölümü tadacak olursam, meyve sepetleri ve rengarenk çiçeklerle süslensin mezar taşım… Kefenim türkuaz rengi olsun… Tüm organlarım sizlerin olsun. ( ). Yarı deli, yarı palyaço, yarı meczup olarak sürdürdüğüm serüvenim yakın zamanda noktalanırsa, gülümseyen titrek dudaklarımı ve tarihiyle isim yapmış memleketimi andıran delici gözlerimi hatırlayın. Bedenimi sarıya boyayın, coşkunun rengine… Dudağım rujlu olsun..."
İşte böylesine değişik, özgün, gözüpek bir yazar. İlgilenirseniz…
Geçen Pazar Mudanya'da komşu sitede oturan 'aile doktoru'muz Serdar Ener'in evinde kahvaltıya gittik.
Eşi Beyza gerçekten görkemli bir sofra hazırlamıştı. Orada hatırladım: Tarih 7 Ağustos'tu ve bu benim kalp ameliyatımın tam 2. yıldönümüydü. Elbette Serdar Bey'in yaptığı... Ki eşim Leman da onun eliyle aynı ameliyatın daha ağırını geçirip hayata döneli yaklaşık 8 yıl oluyordu.
Çok güzel bir gün geçirdik, çok eğlendik. Doktor bermutad bize udla klasik Türk musikinden şarkılar çalıp söyledi. Biz de koroluk ettik!
Evet, eşim ve ben o doktor, onun bilgisi ve becerisi sayesinde dimdik hayata dönmüştük. Peki ama ülkemizde birden çığ gibi artan bu tıp insanlarına karşı düşmanlığı, doktorlara, hemşirelere, hastanelere saldırıları nasıl izah etmeli? Bu kadar da geri kalmış bir toplum değiliz ki biz... Yoksa öyle miyiz?...