Dünyanın en ünlü sinema ödülleri, hatta tüm alanlar dahil en ünlü ödülleri gelip çattı. Yıllarca bir tür ‘American way of life' (Amerikan tarzı yaşam) denen şeyin en görkemli vitrini sayılan bu olay, artık fokur fokur kaynayan, kültürlerin ve değerlerin hem allak bullak, hem de iç içe olduğu bir yeni dünyada farklı şeyler ifade ediyor.
Ve öncelikle alabildiğine politize oluyor. Her yıl artan bir dozda... Örneğin bu yılki gecede de ana temalardan birinin Trump usulü yönetim olduğu ve bunun sahnede çeşitli biçimlerde söz konusu edilip protestolar ya da alaylar getireceğini söylemek kehanet olmaz!.. Son ayların Jimmy Fallon şovlarına bakın, yeter!..
Ama sinemanın kendi içindeki görkemli değişimi de var. Sinema sanatı daha zenginleşiyor, çeşitleniyor, farklı alanlara açılıyor. Yıllarca dünyayı etkileyen Hollywood sineması, şimdi artık dünyanın etkilerine açık bir alan olmaya doğru kayıyor.
Biraz da bu nedenle değil midir ki, sinemanın başkentinde birkaç yıldır tüm dallarda beşer aday seçme geleneği olduğu halde, en önemli dal olan Yılın Filmi için artık dokuz isim seçiliyor?
Çünkü filmler öylesine çeşitlilik kazanıyor ve yaratıcı sinema denen şey öylesine şaşırtıcı şeyler ortaya koyuyor ki... Biraz da ticari bir kaygıyla, daha çok filmi en azından anmak, daha çok çabayı gündeme getirmek artık kaçınılmaz oluyor.
Yoksa bu yılın 9 filmi arasında Manchester by the Sea, Moonlight, Lion veya Hidden Figures gibi has yaratıcı sinema örneklerini bulabilir miydik? Hatta bu filmler yapılıp önümüze gelebilir miydi?
Bir La La Land (Aşıklar Şehri) belki yine yapılırdı. Çünkü o tipik bir Amerikan geleneği olan bir türün, müzikal denen sinemanın gömüldüğü mezarlıktan kalkıp yeniden hayata dönüşünü simgeliyordu. Eninde sonunda olacaktı yani bu...
Bu arada Ahmet Hakan dostumuz, bu film için yazarken “Ben müzikal sevmem, imam hatipte okurken de sevmezdim” diye üzülmesin. Onun imam hatipten çıkarak geldiği nokta öylesine büyük bir adımı simgeliyor ki, bu kadarı bize yeter!..
Bu küçük şakayı yaparken, hiçbir biçimde imam hatip eğitimini ve oradan gelenleri küçümsediğim düşünülmesin. Benim haddim değil bu...
Ama oradan çıkıp da, iktidara gelip de dünyaya bakışları bir milim bile değişmeyen ve eğitim denen o temel ve yaşamsal sorunu hâlâ sadece her yere imam hatip dikmekle çözmeye uğraşanların haline bakınca... Böyle düşünmemek elde olmuyor.
Ödüllere gelince... En iyi filmler arasında olan o saydıklarım, özellikle de Manchester by the Sea (Yaşamın Kıyısında) ve Mooonlight (Ay Işığı) sinemayı değiştiren filmler. Konuları, duyarlılıkları, yüklendikleri şiir, özgün ve özgür bakışlarıyla...
Ama en iyi film ödülü, sanırım yine de Aşıklar Şehri’ne gidecek. Çünkü öbürleri Hollywood için henüz fazla cesur, fazla şoke edici. Oysa La La Land ölüp gitmiş bir türü yeniden ayağa kaldırırken öylesine sempatik, duygusallığa ve yaratıcılığa öylesine açık ki...
Demek ki, yaşasın Aşıklar Şehri... Filmi, yönetmeni, özgün senaryosu, müziği ve belki görüntü yönetimiyle...
Oyunculuklar bu yıl en üst sıralarda... Özellikle de kadınlarda... Emma Stone, Natalie Portman, Meryl Streep, Isabelle Huppert... Hepsi harika.
Benim gözdem, Jackie’de inanılmaz bir portre çizen Natalie Portman olsa da, ödülün (biraz da Portman’ın zaten Oscarlı olması nedeniyle) yine Aşıklar Şehri’nin Emma Stone’una gideceği hemen hemen kesin gibi.
Erkeklerde Andrew Garfield ve Viggo Mortensen biraz ‘doldurma malzemesi’ gibi duruyor. Zaten Oscarlı Denzel Washington da öyle. Asıl çekişmenin Casey Affleck ve Ryan Gosling arasında olduğu öylesine açık ki...
Ama Ryan’ı La La Land’de çok sevsem de, Casey Affleck herkesin, hepimizin gözdesi. Affleck biraderlerin küçüğü, ağabeyinden çok daha iyi bir oyuncu. (Ama öbürünün yazar-yönetmenliği elbette apayrı bir olay!) Hele bu filmde küçük Affleck’in çizdiği o zavallı ‘loser’ kişiliği, artık beyazperdenin en unutulmazları arasında... Hadi bakalım, oylar ona!
Yardımcılarda farklı ırklar, özellikle de siyahiler ön plana çıkıyor. Daha geçen yıl, törenden sonra şöyle demiştim: “Tiyatronun sahnesi hiç görülmediği kadar karaderiliyi konuk etti. Adım başı yaşlı-genç demeden siyahi (ya da onların deyimiyle Afro-Amerikan) vatandaşlar sahnede arz-ı endam ettiler. Aralarında Morgan Freeman’dan Samuel Jackson’a, Louis Gossett’den Whoopi Goldberg’e mesleğin en zirvesindekiler olduğu gibi, gencecik kız-erkekler de yer aldı. Ve geceyi bir tür siyahların şölenine çevirdi.”
Bu yıl ise siyahiler adaylığa damga vurmuş. Kadınlardan üçü de o renkte: Naomie Harris, Octavia Spencer, Viola Davis. Spencer zaten ‘ödüllü’ olduğu olduğu için yarışma sanırım Fences’in Viola Davis’i ile Ay Işığı’nın Naomie Harris’i arasında geçer.
Erkeklerde ise asıl Ay Işığı ile siyahi Mahershala Ali ve Lion’la Hint kökenli İngiliz Dev Patel yarışacak. İkisi de çok iyi, ama benim gönlüm Patel’den yana. Ne de olsa tanıdık sayılır: neredeyse on yıldır izliyoruz onu!..
Yabancı filmlere gelince... Hepsi iyi filmler. Benim gönlüm elbette (Cannes’dan beri) Tony Erdmann’da. Ama bunun da genel Hollywood düzeyi için fazla ‘yukarlarda’ olduğunu düşünüyorum. Akademi üyelerinin birkaç yıl önce Bir Ayrılık’la ödüllendirdikleri İranlı usta Asghar Farhadi’yi yeniden ödüllendirmeleri ise gerçek bir sürpriz olur.
Bu durumda ödülün son Cannes’da izleyip pek sevdiğim hınzır İsveç güldürüsü Ove Adlı Bir Adam’a gitmesi hiç şaşırtıcı olmazdı. En azından benim için!..