Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete...7 Haziran seçimine doğru Türkiye’de her şey öylesine çığrından çıktı, toplumun tüm dengeleri öylesine bozuldu ki... Ben de Ertuğrul Özkök gibi konuşmak istiyorum: Uzun ömrümde, siyasetin gidişi ve toplumun hali karşısında böylesine sinirlenmemiş, böyle umutsuzluğa kapılmamıştım.
Gerçekten de her şey zivanadan çıkmış gözüküyor. Devletin tepesindeki zatın herkesle, her makam, kuruluş, örgüt, dernek, söz ya da yetki sahibiyle kavgası artık gündelik olay. Zılgıt yiyen sadece muhalif partiler ya da sokaktaki vatandaş değil. Bunların arasında, TÜSİAD’dan TÜBİTAK’a, Merkez Bankası’ndan Anayasa Mahkemesi’ne, tüm Mimar-Mühendis odaları birliklerinden tüm baro birliklerine, HSYK’dan Yargıtay’a ülkenin en önemli kurumları var. Sayıları giderek kabaran, yakın-uzak önemli yabancı devlet başkanları var.
Ve de artık Ahmet Davutoğlu’dan Bülent Arınç’a, sırası geldikçe hemen tüm bakanlardan eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e dek sayısız Ak Parti lideri de var. Ne biçim bir parti bu, nasıl bir kavgalılar topluluğu, ne tür bir barış-sevmez ve dost edinemez kimlik muamması...
En son kutsal kitabımız Kur’an da siyasal seçim tartışmaları arasında yerini aldı. Türkçesi veya Kürtçesiyle, cumhurbaşkanının elinde ve kitlelerin önünde yükseklere doğru kalktı. O kutsal kitabın yükselmek için devlet başkanı da olsa birisinin desteğine ihtiyacı olduğunu hiç sanmıyorum!..
Deneyimli anket uzmanı Tarhan Erdem bunun siyaset tarihimizde bir ilk olduğunu söyledi. Ahmet Hakan ise daha önce Süleyman Demirel’in de yaptığını hatırlattı.
Ama ne önemi var? 21. yüzyılda kutsal kitabın siyasal rakiplerle tartışmada malzeme edilmesi, hatta bizzat kürsüye getirilmesi doğru mu? Dini siyasete alet etmek, hatta siyasetin ana malzemesi yapmak girişimleri, insanlığın tarihinde en çok kan döken, yüzbinlerce şehit verilen büyük ve acı sayfalar değil miydi? Yüzyıl Savaşları’ndan Haçlı Seferleri’ne, Engizisyon mahkemelerinrden Protestan kıyımlarına sayısız kitlesel cinayetler bu yüzden yaşanmadı mı?
Üstelik özellikle günümüzde İslam’ın bünyesinde filizlenen ve El Kaide’den Boko Haram’a onca terör örgütünü dünyaya salıveren o korkunç gelişme, o sayısız cana kıyan, kıymakta da kararlı gözüken açık terör olayı ve örgütü, kendisine en küçük bir çağdaşlık yakıştıran her devlet adamının artık dini ve onun kitabını, meydanlara sürülmemesi, seçim harcına karıştırılmaması, Allah’la kul arasında bir özel alan olarak bırakılması gereken bir mevzu gibi görmesini şart kılmıyor mu?
Ve de şu Rumelihisarı mescidi ve Defne Halman olayı. Neymiş? Benim de katıldığım o güzel Sadri Alışık ve Çolpan İlhan’ı anma gecesinde, oyuncu Halman, Hisar’daki tiyatronun yıkılarak yerine üç yüz yıldır varolmayan bir mescit inşasını protesto etmiş, “buna izin vermeyeceğiz” demiş. Hazret öylesine kızmış ki, tam anlamıyla kükremiş. “Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz?” diyor, “sanatçı olduğu iddiasındaki kişi” diyor, hızını alamıyor, “cibilliyetsiz” diye de bağırıyor.
Ve sevgili Defne Halman’ı hedef gösteriyor. Öyle ya, mesçid yerine tiyatro istemek kadar ayıp ve günah ne olabilir? Ve buna “Vurun Kahpeye” diye yanıt verecek ne kadar çok kişi vardır!.. Yakın Zamanda Mehmet Ali Alabora’dan şu günlerde Levent Üzümcü’ye sayısız sanatçının başına geldiği gibi, kariyer baskısı, giderek toplumsal linç önerisi...
Şimdi, soğukkanlıı biçimde bakalım. O mescit 18. yüzyılda yıkılmış, sadece minaresi kalmış. O mescit oraya yapılmış, çünkü orada bir mahalle varmış. İslam’da cami/mesçid gösteriş olsun diye yapılmaz, ihtiyaç olan yere yapılır. Yani cemaat varsa yapılır. Osmanlı da tarihi eserlerin burnunun dibinde oturmayı pek severdi: Ayasofya çevresinden Topkapı surlarının dibine bunun sayısız örneği vardır. Hisarda da öyle olmuş.
O yerleşimleri günümüzde biz hep yıktık. O güzelim mimari eserleri temizleyip tüm ihtişamıyla göstermek için... Hisar’daki mescidin artık işlevi yok. Üstelik tam 300 yıldır yok, neye benzediği bilinmiyor bile...
Yerine yapılan ve sadece basamaklardan oluşan tiyatro, sayısız kuşak gibi benim de bu kentle ilgili en unutulmaz anılarım arasındadır. Vaktiyle orada diyelim ki Engin Cezzar’dan Hamlet, Şirin Devrim, Mücap Ofluoğlu, Agâh Hün vb. oyunculardan değişik oyunlar, ayrıca büyük starlarla kimi Fransızca oyunlar, unutulmaz klasik veya pop konserleri izlerdik. Dünyanın her yerinde kimi eski mekânların çağdaş sanata açılması olayı vardır. Fransızların hepsi şatoların, surların önünde oynanan ünlü Avignon tiyatro şenliği gibi..
Ama Hisar Tiyatrosu, birkaç yıl önce kapatıldı. Nedeni, tiyatronun değil ama kimi gürültülü konserlerin taşlara verebileceği zarar kaygısıydı. Bunun karşısında boynumuz kıldan inceydi, sesimiz çıkmadı. Elbette tarihi korumak esas olmalıydı. Ama o Hisar gecelerini çok aradığımı söylemeliyim.
Defne Halman sıradan birisi beğil. “Cibilliyetsiz” hiç değil. O Türkiye’nin ilk ve belki hâlâ en iyi kültür bakanı Talat Sait Halman’ın bize bir armağanı. Ve çok iyi bir tiyatro oyuncusu. Pekala, o tiyatronun ihyasını isteyebilir, tarihi önemi olmayan, planı filan da bulunmayan mescidi önemsemeyebilir. Buna sanatçı olarak hakkı vardır.
Ayrıca, sade bir vatandaş olarak da hakkı vardır. Çünkü Rumelihisarı da sayın cumhurbakanının arka bahçesi değildir, bir kamu malıdır. Kamuya, yani halka ait bir mekândır. Ve böyle yerler için, özellikle ortada hassas bir durum varsa, halka ve ilgililere danışılması bir gerekliliktir. Eğer gerçek bir demokraside yaşıyor veya yaşamak istiyorsak...
Ben kendi adıma belki de Halman gibi konuşmaz, en azından “yaptırmayacağız” demezdim. Ne de olsa yetki onlarda!.. Ama ben, aynı biçimde, birçok konuda, özellikle halka bakışımda ve kitle-aydın ilişkilerine eğilişimde, diyelim ki Bekir Coşkun, Mine Kırıkkanat, Fazıl Say gibi de konuşup yazmazdım. Herkesin üslubu kendine...
Ama yine de ben, onların ve tüm sanatçıların istedikleri gibi konuşmalarını sonuna kadar destekler, onların konuşma ve yazma özgürlüğünü korumak için her şeyi yapardım. Her kampanyaya imza atar, her yürüyüşe katılır, her eyleme yorgun bedenimi katardım. Özgürlük sınırları olmayan bir şeydir ve hep öyle olmalıdır.
Peki, ama 13 yıldır bu ülkenin kaderini eline geçirmiş ve çıkılabilecek en yüksek makama gelmişi bir siyasetçi, nasıl oluyor da hala benzer bir hoşgörüye sahip olamıyor? Bu bana göre gerçekten bir muamma!...