Bazen düşünüyorum; ülke böylesine bir kargaşa içindeyken... Hukuk denen şey ölümcül yaralar almış, yargı bağımsızlığı uzak bir hayal olmuş, demokrasinin temel kuralları askıya alınmış, her şey muktedirin iki dudağı arasından çıkan sözlere bağlanmış, ülkemiz başta Akdeniz ve Ortadoğu tüm komşuları ve tüm dünya devletleriyle ‘küsçülük oynar’ halde, yapayalnız olmaya itilmişken...
Ve elbette benim de, en küçük bir siyasal bilinç sahibi herkes gibi, bu durumdan ötürü yüreğim kan ağlarken…Yine de o filmleri görüp yazmam, sanat olaylarını izlemem, içimden geçen derin üzüntüyü ve kafamdan geçen o en ağır sözleri geriye itip sanat üzerine yazıp çizmem doğru mu diye....
Belki doğru. Çünkü bunu yapanlar hem çok, hem de gayet iyi yapıyorlar. Ülkedeki gazetelerin büyük çoğunluğunda, ayrıca önemli TV kanalları ve birçok internet sitesinde, hergün basın tarihimize ve dünya basım tarihine geçecek güzellikte yazılar, yorumlar çıkıyor. Yapılan her şey hemen karşılığını buluyor, enine boyuna eleştiriliyor, tarihin çöplüğündeki yeri şimdiden hazırlanıyor.
Ve eninde sonunda, her şeye rağmen hala var olan o temel kuralın işlemesi bekleniyor. Yani ülke halkının, o büyük, muhteşem, kolay kolay tanımlanıp ne yapacağı kestirilemez kitlenin harekete geçmesi... Ülkenin gidişatını oylarıyla değiştirmesi... Ve bu çıkmazdan bizi, ülkemizi, vatanımızı kurtarması.
Ama biz kültür yazarlarının da söyleyeceği şeyler var. Hep varoldu. Nasıl olmasın ki... Örneğin muktedir diyor ki: “Taksim miting için uygun bir yer değil. Bu İstanbul’u felç etmek anlamına gelir”. Bunu söylediğinde, İstanbul zaten tarihinde olmadığı kadar felç olmuş!... Sırf muktedir Taksim’i istemediği için... Oysa kimi zaman (en son 2012’de), o meydan 1 Mayıs’a açılmıştı, ne de güzel olmuştu.
Ya bu yıl? Gördünüz, okudunuz. Öylesi bir kargaşa ki, oteller bölgesine çevirdiğimiz Talimhane’deki bir düzineyi aşkın otelden çıkıp kenti gezmek, daha kötüsü uçaklarına yetişmek isteyen turistler, çaresiz dolaşıp duruyorlar: ellerinde valizleriyle... Ve polise dert anlatmaya çalışıyorlar.
Turizme yıllarını vermiş bir vatandaş olarak sormak istiyorum: peki ama bu ülkede, başta bizzat Turizm ve Kültür Bakanı olarak, bu alanın sorumluları yok mu? Kültürde adı pek duyulmadı, ama turizmde o bakanın, görev gereği bizzat Taksim’e gelip onca yabancıya, belki ilk ve son İstanbul ziyaretlerinden korkmadan, ürkmeden, mutlulukla ayrılmaları için destek olamaz mıydı? Onlara küçük, ama çok yararlı kolaylıklar sağlanamaz mıydı? Uygar ve çağdaş bir turizm ülkesi olmak bunu şart kılmaz mıydı?
Ama elbette anlaşılıyor, muktedirin bu Taksim korkusu ya da nefreti... Oraya cami yaptırmak istedi, bırakmadılar. Oraya kışla dikmek istedi, izin vermediler. Orada tafrası ilk kez Gezi olaylarıyla bozuldu, prestiji sarsıldı.
O yüzden, o güzelim AKM’yi çürümeye bırakıyor: yıkıp yerine bir ‘barok opera’ ya da -niye olmasın- bir barok cami yapmak için... Ve yine bu yüzden o meydanın adını bile duymak istemiyor, düzenlenmesine bile izin vermiyor.
Ama öte yandan bırakınız İran’dan İrak’a, Rusya’dan Endonezya’ya tüm dünyayı... Bizde de hemen her yerde 1 Mayıs en görkemli biçimde, bir bayram havasında kutlandı. Ankara’daki bir milyon insanın yürüdüğü parlak kutlamada Sırrı Süreyya Önder şöyle dedi: “Özgürlükler birleştiricidir. Polis yoksa vukuat da yoktur”. Ne doğru ve ne güzel...
Ama muktedirlerin kişisel sorunlarını, korku ve komplekslerini ülke politikasının taşları haline getirdiği olaylarda, işler çığrından iyice çıkıyor. Ve deneyimli hukukçu Turgut Kazan’a şunu dedirtiyor: “Türkiye’de artık bir korku imparatorluğu başlıyor.”
En tehlikeli oyunlardan biri olarak, din faktörü yeniden sahaya iniyor. Ve rakiplerin dini-imanı sözkonusu ediliyor, dinsiz oldukları ima ediliyor. Bir muktedir, HDP başkanına şöyle söylemek cüretini buluyor: “Sana artık Selahattin demeyeceğim. Sen o büyük insan Selahattin Eyyubi’nin adını taşımaya layık değilsin”. Zerafete, inceliğe bakar mısınız?
Ve Kıbrıs olayı. KKTC’deki kimi yakın dostlarımı arayıp seçim sonucunu kutlamıştım. Yepyeni bir adın, Mustafa Akıncı’nın % 60’ı aşkın oyla cumhurbaşkanı seçilmesi, ‘yavru vatan’da genel bir sevinç yaratmış, taze umutlar doğurmuştu. Ardından gelen özellikle Yunanistan, Güney Kıbrıs, AB ve ABD kutlamaları da...
Ama, ‘dakika bir gol bir!.. Bizim muktedir bu sevinci de onlara çok gördü. Ve hemen azarlama olayı başladı. Değil miydi ki biz, 1974 yılında Kıbrıs’a çıkarma yaparak onları Rumlara köle olan ikinci sınıf vatandaşlar konumundan kurtarmıştık... Artık onlar, ömür boyu ve kuşaklar süresi bize bağlıydılar, bize medyundular, bize borçları vardı.
Ve hep Türkiye’nin kuyruğuna takılmak, hep bizim buyruğumuzla hareket etmek, hep bizim yardımımızla geçinmek zorundaydılar. Öyle bir durum ki, sanki Ömer Seyfettin’in ünlü Diyet hikayesi gibi..Yani mümkün olsa Kıbrıs kolunu kesip önümüze atacak, “diyetimi ödedim, beni özgür bırak” diyecek!...
Bağımsız Kıbrıs devleti. Fena mı olur?
Sahi fena mı olur, yeni başkan Rumlarla anlaşsa, iki taraf federatif bir sistemle birleşse, Güney Kıbrıs zaten AB’ye alındığına göre, bizimkiler de AB’li bir ülkenin vatandaşları olarak bunun tüm nimetlerini tatsalar, tüm avantajlarına kavuşsalar...
Bizim bu gidişle zaten alınacağımız çok kuşkulu, ama hiç olmazsa onlar sayesinde Türkler de ilk kez Avrupa Birliği’ne girse, Türkçe birliğin dillerinden biri olsa, bizim girişimize de bir yol açılsa...
Ve de yıllardır çürümeye bırakılan (tıpkı AKM gibi!) koca bir kent, Maraş artık açılsa...Lefkoşe havaalanına tüm uçaklar inebilse..Berlin duvarının yıkılmasından çeyrek yüzyıl sonra, Lefkoşe’nin ortasında, dünyada kalan son utanç duvarı da yıkılsa...
Bahçeli de düşünmeli
Ve böylece Kuzey Kıbrıs hep yoksulluk ve gerikalmışlık olan o kör talihini yenebilse... Artık bize muhtaç olmaktan çıksa...Fena mı olur? ...
Elbette bu soruları yalnızca muktedirlere değil, son dönemde birçok söyleyip yaptığını tasvip ettiğim ve birçok olayda gayet olgun davranan sayın Bahçeli’ye de sormak isterdim. Çünkü Kıbrıs ve sayın Akıncı konusundaki söylemi, muktedirlerden farklı olmadı.