Geçen günlerde Trabzon’a gittim: İki günlüğüne… Ve Trabzon Sanatevi’nde Uluslararası Sanat Günleri’nin konuğu olarak konuşup kitap imzaladım. Harika bir yolculuktu. Fırsat bulursam yazacağım...
Ama öncelikle THY- Türk Hava Yolları için yazmak istiyorum. Çünkü son günlerde iki dizimde birden baş gösteren rahatsızlık, yürümemi çok zorlaştırdı. Ancak bastonla gezebiliyorum. Ve en azından birinden hemen ameliyat olmam gerekiyor. Nitekim önümüzdeki cuma olacağım.
Aslında Trabzon’u da iptal etmem gerekiyordu. Ama aylar önce söz vermiştim, yapamadım. Ancak THY’yi arayan eşim, ‘özel engelli protokolü’ istedi.
Ve bu bana inanılmaz bir rahatlık sağladı. İlk standa geldiğimiz anda, hemen bir genç görevliyle birlikte bir tekerlekli sandalye peyda oldu. Ve uçağa dek beni bırakmadı.
Uçağın yanı başına gelince, genişçe bir platforma giriyorsunuz. Bu bir asansör. Sizi uçağın düzeyine, ön kapının yanına çıkarıyor. Ve öndeki kapılardan biri açılıyor, sizi içeri alıyorlar. Oradan koltuğunuza dek yürümeniz gerekiyor. Ama herkes oturmuş olduğundan, bu rahatlıkla yapılıyor.
İnerken de en son çıkıyorsunuz. Ve ayni biçimde, asansörle iniyorsunuz. Sizi yine kapıya, taksiye dek götürüyorlar.
Üstelik orada, benim için ayrıca bir büyük sürpriz oldu. Çünkü Atatürk limanından çıkarken, kapının önünde inanılması zor bir kuyruk bulduk. Birkaç yüz metreye ulaşan bir kuyruk. Ve görünürde hiç taksi yok!...
Görevli bu kez nasılsa bir hanımdı. Ve ben ona tüm safiyetimle bizi kuyruğun sonuna götürüp bırakmasını rica ettim. Böyle durumlarda gazeteciliğimi, minik ünümü veya başka şeyi kullanmayı hiç beceremem.
Ama o duymazdan geldi. Ve bizi kuyruğun en başına getirip bıraktı. Benim kara (aslında kahverengidirler!) gözlerim için değil: Uygulama böyleymiş... İlk gelen taksiye kendimizi attık. Ve beklemediğim kadar düzgün bir trafik sayesinde, şu günlerdeki gözde dizimiz olan Code Black’i bile yakaladık!...
Şaka bir yana, bu benim neredeyse hayatımı kurtardı. O yol yorgunu halimle, o ince bastona dayanarak, hiçbir oturma imkânı olmayan o kuyrukta en azından bir saat ayakta nasıl beklerdim, hiç bilmiyorum.
Galatasaraylı çok eski arkadaşım Arif Akgün, o akşam bir arkadaşının Yeşilköy’de tam bir buçuk saat taksi beklediğini söyledi. Niçin böyle oldu, hep mi oluyor, bilmiyorum. Perşembe günü idi, İstanbul’daki büyük buluşmaların son günüydü. Acaba bu mu etkili oldu?
Gidiş-gelişte, bu durumda birçok kişi olduğunu fark ettim. Meydanlarda rahatça 10-12 kişiydik. Tek bir uçuşa servis veren asansörlerdeyse 5-6. O genç insanların bizimle söyleşmesini, hem efendi, hem güler yüzlü tavırlarını hiç unutmayacağım.
THY’ye bu kusursuz hizmeti için teşekkür ediyor ve bunu naçizane kamuoyuna duyuruyorum.
Ayrıca kısa süreli uçuşlarda verdikleri o tek sandviç de domates-peynirli sımsıcak bir tost. Ve tost sevmediğim halde bayıldım!... Servis ise son derece kibar ve etkileyici. Kutlarım.
Bunca övgüden sonra, izin verilirse iki küçük eleştirim var. Öncelikle uçuş üzerine bilgi veren pilot (ve kimi zaman hostes) görevliler, sıra İngilizce’ye geldiğinde öylesine çabuk konuşuyor, sanki ezberledikleri sözcükleri öylesine ham-hum-şaralop halde söylüyorlar ki, hiçbir şey anlaşılmıyor. Ne İngilizler anlayabilir, ne de bu dili çok daha az bilenler... Ve bu yıllardır böyle. Bu konuda bir küçük çaba rica etsek!...
Asıl önemlisi ise Yeşilköy’deki limanın gitgide ve hızla büyüyen boyutları. Her uçuşumda daha uzağa gidiyor, yeni ek yapılar keşfediyorum.
Allah aşkına... Eğer 3. havaalanı söylendiği gibi bir-iki yılda bitecekse, Yeşilköy niye bu denli şişiyor? Bu yapılar yarın-öbürgün ne işe yarayacak? Çok büyük bir savurganlık değil mi bu?