Sonunda cin şişeden çıktı. Ve Türkiye kendisini Ortadoğu bataklığının tam ortasında, dört cepheye karşı savaş açmış buldu. Dört cephe lafın gelişi. Ama en azından üçü kesin: IŞİD, PKK ve de DHKP-C. Ayıkla pirincin taşını...
Elbette Cumhuriyet’in yaptığı gibi Ata’nın “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözünü manşet-üstü yapıp tüm savaşlara karşı çıkmak ve barış çağrıları yapmak mümkün. Ama çok gerçekçi değil.
Nasıl olsun ki, bizimkilerin içindeki İslam kelimesini ört-bas etmeye çalıştıkları için IŞİD yerine DEAŞ dedikleri o örgüt, tarihte görülmemiş bir vahşet ve ilkellik sergiliyor. Çocukluğumda okuduğum Pardayyan romanlarının fonunda, Katoliklerin o ünlü Protestan kıyımı vardı ve ben, çocuk ruhumla, hele aynı dinden iki mezhebin böylesi bir kıyıma nasıl giriştiklerini sorar dururdum.
Daha sonra okulda tarih derslerinde, yine dinsel nedenleri olan Haçlı Seferleri, 100 Yıl Savaşları, engizisyon mahkemeleri ve de ‘pastanın kreması’ olan (aslında ırkçılığa dayanan) Yahudi soykırımı gibi tarihsel faciaları öğrenince, bu din ve ırkçılık kökenli trajedilerden nefret ettim.
Ama El Kaide ile başlayıp IŞİD, Boko Haram vb. örgütlerle süregelen bu yeni dönem insanlık faciaları neredeyse hepsini aştı. Öylesine anlamsız, öylesine ilkel ve de öylesine vahşi eylemler ki bunlar...Artık bu, tüm dünyada bir numaralı sorun. İslam çatısı altında azgınlaşan ve aslında İslam’a böylesine zarar veren, onu evrensel bir öcü haline getirmeye yönelen bu örgütlerin yok edilmesi, insanlığa da, İslam’a da en büyük hizmettir. Öldürme eylemine, hem de ayrım yapmadan, en kanlı ve korkunç biçimde insan kıyımına odaklanmış bu katiller güruhunu başka hiçbir örgütle, hiçbir etnik veya dinsel kimlik ve eylemle aynı teraziye koymadan, sadece onlarla savaşmak bir insanlık görevi olmalıdır.
Bu uygarlık savaşında artık Türk, Kürt, Arap, Ezidi veya Türkmen, hiç fark etmez. Başta yöredeki etnik gruplar ve çeşitli halklar, her ülke, her devlet bu mücadeleye katılmak zorundadır. Ki yöremiz ve giderek dünyamız yeniden yaşanır bir coğrafya haline dönsün...
Ve eğer tarihsel ve güncel olgular IŞİD ve benzerleriyle savaşımda Kürtleri ön plana getirdiyse ve bir dönemde ancak onlar bu mücadelede göğüs göğüse savaşmak durumunda kaldılarsa, onlara ancak sempatiyle bakmalısınız. Bu elbette Kürt hareketini hala uluslararası terör eylemleri ve örgütleriyle çözümlemeye çalışan aşırı Kürt milliyetçiliğini gözardı etmeyi de gerektirmez. Çözüm sürecinin kaypak bir iktidarın iç politika hevesleriyle çıkmaza sokulması bile bu anlamsız terörü bağışlatmaz. Çünkü artık meclise 80 milletvekili sokabilmiş bir partiniz var.
O parti, sempatik liderleri ve ateş gibi kadınlarıyla ulusal bir anlayış ve hoşgörü halesiyle çevrili üstelik...Sizin karşınızda, sizi tanımak biryana tümüyle yok saymak isteyen ve böylece günümüz Türkiye realitesinin önemli bir bölümünü de görmezden gelen aşırı Türk milliyetçiliği ve ona oynayan MHP gibi bir parti olabilir. Ve o, AKP kayganlığıyla birleşerek, sizi provokasyonlarla tahrik edebilir. Orada da dikkatle, özenle davranıp bu halkın size gösterdiği güveni iyiye kullanmanız gerekir. Gerçek bir ‘Türkiye partisi’ olabilmeniz, sizlere oy vermiş olabilecek, Kürtçülükle ilgisiz ‘beyaz Türkleri’ de düşkırıklığına uğratmamanız şarttır.
Asıl söylemek istediğimse elbette koalisyonla ilgili. Şu karmakarışık süreç içinde, olası bir AKP- CHP koalisyonunun tek akıllı ve gerçekçi çözüm olduğunu hala görmeyenlere şaşıyorum!...Koalisyona daha ilk günden beri karşı çıkan bir MHP, artık AKP’siz bir yönetimi imkansız hale getirdi. Aslında belki iyi de oldu. Çünkü herşeye karşın, son seçimde % 41 de olsa en çok oy almış partinin tümüyle yönetim dışı kalması doğru olmazdı: hem ilkesel, hem de pratik açılardan...
Ama bir AKP- CHP koalisyonunu önünde hangi ciddi engel var? Elbette Saray’ın dışında...Ama bu koalisyona karşı çıkanlar, sonuç olarak Erdoğan’ın değirmenine su taşıdıklarını farketmiyorlar mı? Ki aralarında demokratlık, solculuk, ilericilik gibi şeyleri kimselere bırakmayan ünlü gazetecilerimiz de var.
Tek bir örnek vermek gerekirse, Melih Aşık üstad üç muhalif partiyi de aynı kaba koyup ağır biçimde eleştirir, koalisyon için elinden geleni yapan Kemal Kılıçdaroğlu’nu uzun zamandır sürekli düşman beller ve de sırf ortaklığa hayır dedi diye yazısına “MHP Dik Durdu” manşetini atarken, kimlerin oyununa geldiğini farketmiyor mu? Böyle yazabilen birisi, kartvizitinden en az ‘sosyal demokrat’ etiketini atmalı. Ki bana kalırsa ‘çağdaş’, ‘yapıcı’ gibi sıfatları da...
Gerçekten de, böyle bir ortamda elini taşın altına hiç koymadan, hiç çaba göstermeden dışarda kalıp da ezeli muhalifçilik oynamak mı asıl marifet? Yoksa çöken bir rejime kenarından-kıyısından el verip, ülke adına kalanı kurtarmak mı?
Son bir not daha. Erdoğan en son şöyle dedi: “Hala İstanbul’da bile yüzleri kapalı, ellerinde silahlarla yürüyenler var. Yüzü, suratı kapalı olanlar yürüyemez”.
Uzun zamandır ilk kez ona katılıyorum. Böyle silah ve maskeyle yürünemez, yürünmemeli. Ama o zaman bunun zıddının da doğru olması gerekir. Yani en demokratik bir hak olan protesto yürüyüşleri, silahsız ve maskesiz yapılabilmeli. Hiçbir müdaheleye maruz kalmadan..
Ama öyle mi oluyor? Gezi’de öyle mi oldu? 12 şehit boşuna mı verildi? Hala heryerde, her fırsatta en masum gösteriler bile polis gücüyle, coplar, silahlar, gazlar, TOMA’larla karşılanmıyor mu? Hala, en utanç verici biçimde bunlarla vurulup ölen ya da yaralanan gençlerimiz yok mu? Bu acı verici uygulamalar ne zaman bitecek?