PARİS’TE BİR HAFTA SONU (Le Week-End)
Yönetmen: Roger Michell Senaryo: Hanif Kureishi Görüntü: Nathalie Duran Müzik: Jeremy Sams Oyuncular: Jim Broadbent, Lindsay Duncan, Jeff Goldblum/ ABD-Fransa ortakyapımı
2000’li yıllarda parlayan ve duygusallıkla hınzırlığı ustaca bağdaştıran Güney Afrika kökenli, 1959 doğumlu yönetmen Roger Michell, Notting Hill- Aşk Engel Tanımaz, Changing Lanes- Çarpışma, Morning Glory- Sabah Neşesi, Peter O’Toole’a sinemada son büyük rolünü veren Venus vb. filmlerle gönlümüzde yer etmişti. Yönetmenin dönüş filmi, çok farklı, ama bence yine çok iyi bir film.
Yaşlı bir İngiliz çiftinin 30. evlilik yıldönümleri için yıllar sonra yeniden Paris’te buluşmalarını anlatıyor film... Ama bu Paris fonu üzerine bir diğer aşk ve ilişki filmi değil. O görünüm altında, çok daha zekice kotarılmış özel bir yapım.
Sinemada çok nadir ele alınan, seyircinin büyük kısmını olasılıkla ilgilendirmeyecek, ama bana çok ilginç gelen iki ana teması var. Bunlardan biri, temelde uyumlu bir çiftin, ileri yaşta birçok şeyle ilişkilerinin en azından sarsılması. Hayatla, eğlenceyle, meslekleriyle, ama en önemlisi cinsellikle. Elbette ileri yaşta aklını seksle bozmuş bir evli çift çok hoş bir konu olmayabilir!.. Ama cinsellik ileri yaşta da süren bir şeydir (Chaplin’in 70’lerinde çocuğu olmuştu!) ve film, bunu ustalıkla ele alıyor. Ve de hem yokluğunun, hem de üzerinde aşırı konuşulmasının ekstremlerini oluşturduğu bir sorunsal olarak sunuyor.
İkincisi, diyaloglar ve onların görünürdeki sadeliği ve gündelik doğası altında gizlenen büyük bir kültür ve bilgi birikimi izlenimi. İkisi de Birmingham üniversitesinde hoca olan (erkek felsefe, kadın biyoloji) 60’larındaki çift, İngiliz toplumunun bu seçkin küçük burjuvaları, bu çevreyi iyi tanıyan İngiliz yazarı Hanif Kureishi’nin enfes diyaloglarıyla, önümüze incelikli bir İngiliz mizahı ve hâkim olunmuş bir dünya kültürü birikimi seriyor. Konuşmalar son dönemin o kaba-saba (Amerikan damgalı) komedilerinden farklı, bilgi ve zekâyla örülmüş, ama en doğal ve ilkel insan davranışlarının bir yansıması: aşk, evlilik, aile, başarı, mali sorunlar, ölüm ve yaşama korkusu ve başka şeyler üzerine....
Özellikle o parti sahnesinde, kahramanımız Nick’e kıyasla çok daha yüzeysel bir kültürü olan, buna karşılık kitaplarının çok satmasıyla zirveye çıkmış, ama bunun tüm komplekslerini de taşıyan Morgan’ın (çok başarılı bir Jeff Goldblum) ve tüm o tipik Fransız sanatçıların buluşması ve bir sağırlar diyalogu yaşaması, kolay unutulmaz bir bölüm. Başrollerdeki Oscar’lı usta karakter oyuncusu Jim Broadbent ve hiç tanımadığımız TV şöhreti Lindsay Duncan ise, tek sözcükle muhteşem.
Daha önce de (1980’lerden başlayarak) Stephen Frears’in My Beautiful Laundrette- Benim Güzel Çamaşırhanem ve Sammy and Rosie Get Laid, Patrice Chereau’nun İntimacy- Mahremiyet, yine Michell’in Venus gibi seçkin filmlerinin edebi metinlerini imzalayan yazar Kureishi, 90 dakika boyunca enfes bir komedinin kıvrımlarını oya gibi örüyor. Ve Amerikan ‘teenager’leri için çekilmiş onca filmden sonra, yaşını-başını almış ve aydın seyirci olmanın keyfini bize duyuruyor. Tam zamanıydı!..
YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN VAHŞİ BATI (A Million Ways to Die in the West)
Yönetmen: Seth MacFarlane Senaryo: S. MacFarlane, Alec Sulkin, Wellesley Wild Görüntü: Michael Barrett Müzik: Joel MacNeely Oyuncular: Seth MacFarlane, Charlize Theron, Liam Neeson, Amanda Seyfried, Giovanni Ribisi, Neil Patrick Harris, Sarah Silverman, Wes Studi, Christopher Hagen/ Universal (UİP) yapımı.
Western filmleri, sevenlerinin bildiği gibi, sadece aksiyon ve şiddete dayalı filmler değildir. Ayni zamanda, adına ABD dediğimiz 20. yüzyılın (ve görünürde ve şimdilik 21. yüzyılın da) en güçlü dünya devletinin doğuş ve biçimlenme yıllarının da öyküsüdür. Ve içerdiği tarihsel aşamaların çeşitliliğiyle koşut olarak, insan olma durumunun o kadar çok ögesini biraraya toplar ki, sanatın (edebiyat, sinema, tiyatro, folk müziği) çok farklı ürün ve yapıtlarının ardında da görkemli bir dekor oluşturur.
Komedi türü de elbette bunun dışında kalamazdı, kalmamıştır. Öyle ki sinema tarihinin en büyük güldürü ustalarının Vahşi Batı’da geçen filmleri vardır. Charles Chaplin’den (unutulmaz Altına Hücum başta) Laurel-Hardy’ye, Harold Lloyd’dan W. C. Fields’e, Marx Kardeşler’den Abbott-Costello- İki Açıkgözler’e, Bob Hope’dan Dean Martin-Jerry Lewis/ Canciğer Kardeşler’e ve çağdaş komedyenlere hemen hiçkimse, Vahşi Batı dönemine dönmekten kurtulamamıştır.
Ama hiçbiri SethMac Farlane kadar kendisini bu tür bir filme adamamıştı. Öyle ya, 1973 doğumlu bu genç komedyen, bu filmin hem yazarı, hem yönetmeni, hem yapımcısı ve de baş oyuncusu olarak karşımıza geliyor. Özellikle Amerikan TV’lerinin gözde serileri, ikisi de canlandırmaya dayalı Family Guy ve American Dad’le ün yapan sanatçı, sinemada yönetmen olarak henüz Ayı Teddy’den öteye geçemedi. Bu da filmin çok sempatik olmasına karşın sınırlı bir başarıyla yetinmesinin nedenlerinden biri olabilir.
1880’lerin Arizona’sında hayvancılık yapmaya çalışan, aslında çekingen, hatta basbayağı korkak olan Albert Stark, hem ilgisiz ana-babasından, hem de asi koyunlarından yakınıp dururken, asıl darbeyi deli gibi aşık olduğu Louise’den yer. Ve genç kız daha olgun (yani daha zengin!) bir erkek bulunca onu terkeder. (Bulduğu da How I Met Your Mother dizisinin -bence- antipatik oyuncusu Neil Patrick Harris’ten başkası değildir!).
O sırada kasabaya civarın ünlü haydudu Clinch Leatherwood gelir. (Artık hangi ünlü beyazperde kovboyundan esinlendiğini siz bulun!). Yanında kavga edip durduğu sıkı nişancı karısı Charlize Theron olduğu halde... Ve olaylar gelişmeye başlar.
Film, çok-yönlü sanatçının en azından yazar olarak o kadar da parlak olmadığını gösteriyor. Gerçi yer yer çok komik sahneler de var. Ben özellikle finale doğru kızılderililerle olan bölümü ve hemen ardından Albert’in tüm geçmişini hatırladığı sahneleri çok sevdim. Yakın arkadaş Edward’la ‘fahişe nişanlısı’ bölümlerini de çok sevimli buldum: oyuncuları Giovanni Ribisi ve Sarah Silverman’la birlikte...
Ayrıca Liam Neeson’un Clint, pardon Clinch kompozisyonu mükemmel olduğu gibi, MacFarlane’in sempatikliği de yadsınamaz. Ama bunlara karşılık esprilerin yerlerde süründüğü ve bolca kaka-kusmuk edebiyatına sığınıldığı yerler de var.
Ancak yine de hayli hoş bir güldürü bu... Vahşi Batı’yı oluşturan ögeler –yersiz bir şiddetten bitmeyen kadın açlığına, horoz gibi şişinen bir maçoluktan düelloların törenselliğine, yerleşme içgüdüsünden maceraperestliğe- farklı bir bütün içinde ele alınıp işleniyor. Sonuç olarak hayli eğlenebilirsiniz.