SON ŞANS (The Congress)
Yönetim ve senaryo: Ari Folman Görüntü: Michael Englert Müzik: Max Richter Oyuncular: Robin Wright, Harvey Keitel, Jon Hamm, Paul Giamatti, Kodi Smith-McPhee, Danny Huston/
İsrailli yönetmen, Waltz with Bashir- Beşir’le Vals adlı canlandırma filmiyle hepimizi şaşırtıp hayran bırakmış olan Ari Folman’ın son filmi. Bu yeni filmin kabaca ilk yarısının normal, oyunculu bir film, ikinci yarısının ise animasyon (canlandırma) olduğu söylenebilir.
Film, tanınmış Polonyalı bilim-kurgu yazarı Stanislas Lem’den uyarlanmış. Lem (1921- 2006) özellikle iki kez sinemaya uyarlanan Solaris romanıyla tanınıyor (İlki Andrei Tarkovsky, ikincisi Steven Soderbergh imzalı idi).
Roman/ film, günümüzden ileri bir çağda geçiyor. Yaşlanmanın eşiğinde, artık iyi roller bulamayan, The Princess Bride filminden başlayarak hep kötü tercihler yapmış ve döneminin geçtiğini düşünmeye başlayan bir kadın oyuncu, tanınmış yapım şirketi Miramount’dan bir öneri alıyor: Onca filmle ve karakterle ünlenmiş yüzünü, o haliyle şirkete satmak ve böylece görüntüsünü dondurup ölümsüzleştirmek... Artık hiçbir biçimde yeni bir film çekmeyecek, rol peşinde koşmayacak, stüdyoların kapısını aşındırıp patronların nazını çekmeyecek... Üstelik iyi para da alacak.
Tek sakıncası, artık gerçek hayattan ve sanatsal üretimden kopup evine kapanmak, köşesine çekilmek olacak. Ve de yüzünün o haliyle, zaman içinde dondurulup ikonlaştırılmasına katlanacak... Acaba bu iyi bir seçim olabilir mi? Yoksa her koşulda sonuna dek savaşmak ve her şeyi kabullenip yaşamak mı tercih edilmeli?
Baş roldeki ünlü aktrisi Robin Wright oynuyor. Ününü Sean Penn’in biraz gölgede kalmış gizemli eşi Robin Wright Penn olarak yapan, ayrıldıktan sonra o soyadından vazgeçen ilginç Amerikalı oyuncu... İlk bölümde sürekli yakın planlarla belleğimize çakılan bir yüz bu... Sonra ayni yüzü yaşlanmış olarak buluyoruz: ama canlandırma tekniğiyle... Finalde ise Penn bu kez yaşlanmış (yaşlandırılmış)gerçek yüzüyle dönüyor. Teknolojiyle desteklenmiş, özel efektle zenginleştirilmiş bir performans bu. Ve benim açımdan son yılların en ilgiye değer oyunculuk gösterilerinden biri.
Benzer şeyler, onun menajerini canlandıran Harvey Keitel ve stüdyo patronunu canlandıran Danny Huston için de söylenebilir. Folman, olasılıkla isteyerek, çok gelişmiş ve özel efektlere boğulmuş bir canlandırma tekniğine değil, daha sade, daha eski usul duran, 1940-50’lerin ve o dönem Walt Disney filmlerinin tadını veren bir canlandırmaya başvuruyor. Ve yine son dönemde gerçek oyuncularla animasyon teknolojilerini bağdaştıran az sayıda filme yeni bir halka ekliyor. (Robert Zemeckis’in Who Framed Roger Rabbitt- Masum Sanık, The Polar Express- Kutup Ekspresi ve A Christmas Carol- Yeniyıl Şarkısı filmleri, Richard Linklater’in A Scanner Darkly, vs.)
Sonuç olarak, genelde düş kırıklığı yaratan bir haftanın en özgün ve ilginç filmi.
KAN BAĞLARI (Blood Ties)
Yönetmen: Guillaume Canet Senaryo: G. Canet, James Gray Görüntü: Christophe Offenstein Oyuncular: Cliwe Owen, Billy Crudup, Marion Cotillard, Mila Kunis, Zoe Saltana, James Caan, Matthias Schoenaerts, Lili Taylor, Noah Emmerich, Griffin Dunne/ Amerikan filmi.
Kan Bağları, Jacques Maillot’nun yönettiği Fransız filmi Les Liens du Sang’ın yeniden çevrimi. O filmde baş rolü oynayan Guillaume Canet bu kez sadece kameranın ardına geçmiş. Ve ülkesindeki birkaç ilginç filmden sonra, ilk kez bir Amerikan filmi imzalamış.
Film 70’lerin NewYork’unda geçiyor. Temelde iki kardeşin öyküsü bu: büyüğü Chris yasadışılığı seçmiş ve bunun cezasını dokuz yıllık hapisle ödemiş. Çıktığında onu bekleyen kardeşi Frank’tır: onca zaman ziyaretine gelmese bile onu kalbinden çıkaramamış, polis kardeşi... Frank, Chris’i yeni ve namuslu bir hayata başlatmak için elinden geleni yapar. Çocukları tek başına büyütmüş olan yaşlı ve hasta babaları da bunu istemektedir.
İki kardeşin hayatlarına karışan kadınlar da ilginçtir. Chris’in daha dışardayken uyuşturucu yüzünden fahişeliğe başlamış eski karısı Monica, yeni hayatında tanıştığı mutsuz ve yalnız Natalie, Frank’ın bir aralar çıktığı, sonra terk ettiği , ama unutamadığı melez güzeli Vanessa, iki erkeğin biricik kız kardeşleri Marie... Tuhaf biçimde asıl filmdeki Fransız adlarını aynen korumuş bu kahramanlar, New York fonu önünde o bildiğimiz suç ve ceza temalı dramlardan birini yaşarlar. Özellikle Chris açısından her şeyin sürekli ters gitmesiyse, dramın yanı sıra kaçınılmaz kaderi işleyen bir trajediyi akla getirebilir.
Aslında Fransızlar Amerikan sinemasını severler ve iyi anlarlar. Bu sinema üzerine en kapsamlı incelemeler Fransız’dır, bir dönemde Fransız Sinemateki’ni kuran Henri Langlois sayısız Amerikan filmini koruyup kurtarmıştır. Ve bu sinemanın belki en soylu ürünleri olan ‘kara filmler’ de, uluslararası dilde hala Fransızca bir isimle anılır: film noir (kara film).
Tüm bunlara karşın, hemen söylemeli: Canet’nin filmi bir türlü Amerikan kokmuyor, bizlere gerçek bir Amerikan dramı yaşatmıyor. Biraz ağır tempolu mu, aksiyonlar az ve de beceriksizce mi, kişilikler Amerıkalı’dan çok Fransız gibi mi kalıyor? Her akşam TV’lerde Amerikan polisiye dizileri izleyen bizlere biraz mesafeli mi duruyor, her şey yeterince otantik (sahih) gözükmüyor mu?
Galiba öyle. Dört başı mamur bir oyuncu kadrosuna ve 70’leri pop müzik açısından görkemli biçimde veren birçok şarkının seçilip kullanılmasına karşın, sanki film bir türlü rayına oturmuyor, bir şeyler eksik kalıyor. Ve o çok etkileyici finale rağmen, salondan bir tatminsizlik hissiyle ayrılıyoruz. En azından benim için böyle oldu.
MALEFİZ (Maleficent)
Yönetmen: Robert Stromberg Senaryo: Linda Woolverton Görüntü: Dean Semler Müzik: James Newton Howard Oyuncular: Angelina Jolie, Elle Fannning, Sharlto Copley, Lesley Manville, İmelda Staunton, Juno Temple, Sam Riley, Brenton Thwaites/ Walt Disney yapımı.
Ünlü Disney firması, ataları Walt Disney’in ününü yapan canlandırma klasiği Uyuyan Güzel’in yeni bir çeşitlemesiyle karşımıza geliyorlar. Bu ünlü masalınsa vaktiyle Grimm Kardeşler ve Charles Perrault gibi masal türünün iki büyük ustasının dokunuşlarıyla oluşup ölümsüzleştiğini hatırlatayım.
Bu kez, ‘prensesin uykusu’nun öncesinde, kendisi de mutlu ve güzel bir genç kız olarak hayata başlayan, ama yaşadığı güzel ülke küremizin en yırtıcı yaratıkları, yani insanlar tarafından saldırıya uğradıktan sonra hayatı kayan periler kraliçesi Malefiz’in öyküsüyle hikâye başlıyor. Malefiz sonra en büyük hatayı işliyor, bir insanoğluna aşık oluyor!.. İçimizden “dur, yapma!” diye bağırmak geliyor. Çünkü bir yandan kendi türümüzü iyi tanıyor, öte yandan suratından hinoğlu hinlik akan o çocuğa hiç güvenmiyoruz!...Nitekim sonunda Malefize’e en büyük kazığı atıyor, onu devasa siyah kanatlarından yoksun kılıyor!...Ve insanlarla perilerin savaşı başlıyor.
Film o eski masalın tozlarını silkeliyor, kişiliklere belli bir modern bakış getiriyor. İlk kez yönetmeyi deneyen özel efekt uzmanı Stromberg sayesinde, bu açıdan da aksamıyor. Ama acaba bu kadar özel efekt masalların safiyetiyle mi bağdaşmıyor? Hikâyenin boşlukları mı göze batıyor? Yoksa biz mi masumiyetimizi yitirdik?
Ne olursa olsun, bu göz okşayan film zihnimizde güller açtırmıyor. Ve giderek sıkıcılaşıyor. Malefiz’le sevgilisi Stefan’ı üçer ayrı oyuncunun oynadığı üç dönemde izleyen film, Malefiz’i sonunda getirip Angelina Jolie’ye teslim ediyor. Jolie da şakakları makyajla sivrileştirilmiş, güzel olmakla ürkünç olmak arası periye doğrusu iyi asılıyor.
Yine de filmin en sempatikleri, 16. Yaş gününde ebediyen uyumak tehlikesi altındaki güzel prenses Aurora’da Elle Fanning ve üç küçük peride, üç ünlü karakter oyuncusu: Lesley Manville, Juno Temple ve özellikle İmelda Staunton. Küçükler bizden daha çok sevebilir ve eğlenebilir.