Geçtiğimiz aylar boyunca bir Oğuz Atay bereketi yaşadık.
Sefa Kaplan, Atay ile ilgili ikinci araştırma kitabını (Oğuz Atay Sözlüğü-Holden Yayınları) çıkardı. Yıldız Ecevit'in "Ben Buradayım: Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası'' ise İletişim Yayınları tarafından 9. baskısını yaptı. Hürriyet'ten İhsan Yılmaz, Sefa'nın kitabından bir bölümü alıntılayarak Oğuz Atay'ın kayıp güncesini kimlerin ele geçirdiğinin hâlâ muammasını koruduğunu gündeme getirdi.
Ertuğrul Özkök, İhsan'dan yaptığı alıntıya polisiye kurgu örerek bu konuda iki yazı yazdı. İlkindeki iddiaları ikincisinde düzeltti. (Bu sefer de yanlış fotoğraf koydu ama olur o kadar...) Tahminleri yanlış çıktı. Atay'ın yakın arkadaşı olan Bülent Korman ile de görüştü ama sır çözülemedi. Bilenler de susmaya devam etti...
Buradaki bilenler ve susanlar aslında ağırlıklı olarak "Günlük"ün 1984 yılında ulaştırıldığı ve yayınlanmasını sağlayarak "Tutunamayanlar"ı Türk okuru ile "Gerçekten" buluşturan Enis Batur ve Ömer Madra. Gerçekten diyorum çünkü Oğuz Atay ve "Tutunamayanlar" 70'li yıllar boyunca edebiyat çevreleri tarafından taammüden görülmez kılınmak istenmişti.
1970'lerde lisedeydim ve Atay'ı tamamen tesadüf eseri, romanın adını beğendiğim için keşfetmiştim. Zamansız ölümü de hatırladığım kadarı ile Cumhuriyet gazetesi dışında hak ettiği ölçüde verilmemişti. İçimi burkmuştu, gözlerimi doldurmuştu bu vefasızlık...
İlk baskısı 1972'de Sinan Yayınları tarafından yapılan roman, 1987'de İletişim Yayınları tarafından basılınca bir grup okur olayından çıkıp kitle ile buluştu. Oğuz Atay, okurunun ötesinde, kitlesi olan bir yazar olarak ölümsüzleşti. Bir kitap birçok insanın hayatını değiştirdi...
Kayıp "Günlük"ün esrarına dönersek...
Günlük'ü görenler vardı. Bülent Korman arkadaşının ölümünden bir hafta sonra, Atay'ın Yeniköy'deki evine edebi mirasına göz kulak olmayı da düşünerek gider. Günlük'ü masanın üzerinde şöyle bir görür, kahverengi kaplı bir defter... Bir daha gittiğinde ise göremez.
Oğuz Atay öldüğünde Pakize Kutlu (Barışta olacaktır daha sonraları) ile evlidir. Yani, edebi ürünler O'nun elinde, evinde kalmıştır.
"Günlük" olduğu bilinmeyen o kahverengi kaplı defteri uzun süre kimse görmez. Atay ile ilgili kapsamlı araştırmalar yapan Yıldız Ecevit de ''Günlük"ün sırrını çözememiş ve "Polisiye olaylara yakışacak gizli bir hikâye" ile yayınlandığını yazmıştı.
Enis Batur ile Ömer Madra'nın günlüğü yayınlama işi ise "Oğuz Atay'ı kuyudan çıkarma operasyonu" olarak kabul ediliyordu. Enis ve Ömer ise kitabın ellerine nasıl geçtiğini şöyle anlatmışlardı: "Sorunları daha derin incelemeyi seven birilerince şaşırtıcı rastlantılarla örülü uzunca bir serüven sonucu bulundu..."
Bülent Korman suskunluğunu "Anlatılanlar gerçeği yansıtmıyor. Susuyorum çünkü konuyla ilişkili birileri için mahcubiyet verici bir takım yakışıksız durumlar var. O ayrıntılarla ilgili konuşmam sanırım Oğuz'u mutlu etmez" diye açıklamıştı. "Yaşarken düpedüz görmezden gelinmiş birinin kitapları yeniden basılırken hâlâ kimsesiz biri muamelesi görmesi benim dayanabileceğim bir şey değil" diye de belirtmeden edememişti.
Oğuz Atay'ın ölümünün üzerinden 44, güncesinin Milliyet'te yayınlanmasının üzerinden 36 yıl geçti. Türkiye'nin Dostoyevski'si olarak tanımlanan yazarın "Tutunamayanlar"ı kitleler üzerindeki etkisini hâlâ koruyor.
Peki, 1977'de kaybolan günce 1984'te Milliyet'te nasıl dizi oldu? Bu iyi niyetli Arsen Lüpenler Kim?
Şimdilerde üst üste yazılar yazılınca bunların çoğu da gerçeğin çok uzağında olunca eleştiriler de geldi tabii. Örneğin, Muhsin Kızılkaya "Upper Cihangir dedektifliği" ile ilgili olarak "Oğuz Atay'ın Cihangir ile ne alakası var?" diye sordu haklı olarak ve kapsamlı bir yazı yazdı. "Sayın Hırsız"a, Ömer ve Enis'e teşekkür etmeyi de ihmal etmeyerek...
Meraklıları bilir, Günlük 25 Nisan 1970'de başlıyor. Yani, "Tutunamayanlar"ı bitirdiğinde başlıyor yazmaya Atay. Beyin ameliyatı geçirdikten kısa bir süre sonra da bırakıyor.
"Tutunamayanlar"ın kahramanı Selim Işık da günlük tutardı malum. O yüzden, "Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi" diye yazıyor.
Yani ölümünden 7 sene evvel Selim Işık'ın kaderini çağırıyor Atay. (Şimdilerde buna düşünce ile oldurma deniliyor) Keza, ölümünü de Selim üzerinden kurguluyor. Aynı kimseler onu görmesin diye Selim'in banyoya girip kapıyı kilitlemesi gibi... O da 17 Aralık 1977'de arkadaşı Altay Gündüz'ün evinde banyoya girip kapıyı kilitliyor. Kapı kırılıp içeri girildiğinde ölmüştür...
Defter'i aslında tek aşkı Sevin Seydi'nin yerine koyuyor Atay. "Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre bu defter kaydetsin beni. Dert ortağım olsun. Kimseye söylemeden, içimde kaldı, kayboldu demediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni- ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptırdınız" diye yazıyor.
Atay'ın Tutunamayanlar'ı ve Tehlikeli Oyunlar'ı ithaf ettiği, günlükte ismi sıklıkla geçen Sevin, yazarın kitaplarının ilk baskılarındaki kapak düzenlerini de yapmıştır. Atay, büyük romanını yazarken o da bir taraftan İngilizce'ye çevirmiştir. Aynı zamanda ressamdır.
Halit Refiğ'e göre yazarı en çok etkileyen, bilgilendiren kişidir Sevin Seydi. Atay onun için o kadar derin cümleler kurar ki, birçok kadının Sevin olası gelir...
Oğuz Atay'ın en yakın arkadaşının eşidir Sevin. Boşandıktan sonra Tutunamayanlar 'da izlerini bulabileceğiniz büyük bir aşk yaşarlar. Ne var ki, birkaç yıl sonra Sevin yazarı terk ederek Londra'ya yerleşir. En yakın dostu olmaya devam ederek... Nitekim, Atay Londra'da tedavi görürken Sevin yine en yakınındadır.
Londra'da kitapçılık yapmaya devam eden Sevin Seydi bugüne değin Oğuz Atay ile ilgili hiç söz almadı, sustu.
Suskunluk, Oğuz Atay'ın hayatında önemli bir mesele zaten. Onunla ilgili susuluyor, o susuyor:
'Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu Albayım?
Yok. Peki Albayım.
Ben de susarım o zaman.'
Kitabını okumayıp 'Poyraz Karayel 'ile doğan bir Atay kitlesi de oluştu zaman içinde. O şahene replikler:
Oğuz Atay'ın kırgınlığına, duygularına, düşüncelerine filtre vazifesi görür günlüğün beyaz sayfaları:
'Çocuk kalmış bir milletin fertleri' olarak 'nasıl' korku içinde yaşadığımızı anlatır. Örneğin, "Halk Partisi Köy Enstitüleri'nden, Demokrat Parti modern resimden bile korkar" der.
"İnsanoğlunu ayakta tutan şey korkudur. İnsan demişler bir parça et ve bolca endişeden oluşur" diye yazar bir başka sayfada...
"Üçkağıtçılıkla ne devrim olur ne ümmeti İslam kurtulur" der.
Uzun bir girizgah oldu ama konuyu bilmeyenler için gerekliydi bence.
Sadede gelirsek, 1983 yılında Milliyet'in Cağaloğlu'ndaki binasının üst katında çalışanlar için bir sır yok aslında. Günlüğün bulunuşunu, gelişini, teslim edilişini hep birlikte yaşadık. Niye mi sustuk? Çünkü olayın iki kahramanı, onlara "Teşekkür edilsin" istemedi. Anonim kalmak istediler ki bu da Oğuz Atay ile ilgili olarak gözlerimi dolduran ikinci şey olmuştur...
Üçüncüsü ise Enis ve Ömer'in bir yazarı köy kuyudan çıkarmak için gösterdikleri çaba idi. Ortalıkta onca kıskançlık ve bencillik kol gezerken...
Olayın esas kahramanına, artık isminin açıklanmasına "Aldırmayan" Ziya Derlen'e bırakıyorum burada sözü:
"Olay 37 yıl önce oldu. Pakize Barışta o sıralar Etiler civarında yönetmen sevgilisi ile yaşıyordu. M.B. adlı arkadaşım da o eve girip çıkıyordu. M. ile Boğaziçi'nden arkadaştık.
1983 sonuydu, bir gün Atay'dan bahsederken 'Biliyor musun Atay'ın günlüğü Etiler'de balkonda bir büronun çekmecesinde duruyor' dedi... Ben o sıralar Atay'in iki üç kitabını okumuş, bir de Devlet Tiyatroları'nda sahnelenen oyununu seyretmiştim. Bir günlüğü olduğunu kimse bilmiyordu...
Pakize'den falan bahsettikten sonra 'Getir de okuyayım' dedim ama içimden de herhalde kadın vermez diye düşündüm. Birkaç gün sonra M. elinde bir defter ile çıkageldi. Üzerinde 'Günlük' yazan bir defter, defterin kapağı deri taklidi plastikti ve günlük kelimesi küçücük bir etiket gibi yapışkan şeritle iliştirilmişti üzerine... Nefis bir el yazısı vardı Atay'ın ve çok az 'Rature' vardı...
Arkadaşlarımla havalara uçtuk. Zira, hepimiz hayrandık Atay'a. Bir tür epifani yaşıyorduk desem abartmış olmam...
Her neyse, ilk iş o sıralar yeni bir teknoloji olan fotokopi yaptırıldı... Hatta Atay'ın eski bir tanıdığı defteri görmeye bile geldi. Cumhuriyet'te köşe yazıyordu...
Aradan aylar geçti. M. ile bir türlü karşılaşamadığım için defter de geri verilemişti, evde duruyordu... Ben o günlerde Milliyet'in üst katında "Kültür Mirası" ekinde, Enis Batur'un yönettiği sekreteryada çalışıyordum... Fena sayılmayacak bir ekiptik. Sen, (Ben aslında Kültür Sanat'taydım) Ayşe, İlhami, bir iki kişi daha... Neşeli ve enerji dolu bir gruptuk. Bir o kadar da çılgındık... (M. Yourcenar'ı Kenya'da geçirdiği trafik kazası vesilesiyle telefon ile arayıp 'Geçmiş olsun' diyecek kadar)
Ömer Madra, Oruç Aruoba ve pek çok kişi bizim kata 'Kaçarak' mavra yapmaya gelirlerdi. Görece bir özgürlük ve gençlik vardı bizim katta. İşte, yine öyle bir gün, Madra bir projesinden söz etti: Yayımlanmamış eserlerinden alıntı yapılarak çağdaş edebiyatçılar hakkında bir yazı dizisi... Kafamda şimşekler çaktı ama dilimi tuttum. Zira, günlükten bahsettiğim anda olayların çorap söküğü gibi nereye varacağını sezebiliyordum. M'nin nasıl zor durumda kalacağını da... On beş dakika kadar vicdan muhasebesi yaptıktan sonra 'Ne olacaksa olsun!' diyerek Ömer'e ve Enis'e 'Size bir şey söyleyeceğim ama bana inanmayacaksınız' dedim. Olayı kısaca anlattım, defterlerde Atay'ın 'Work in progress' sürecini, Oyunlarla Yaşayanlar, Tehlikeli Oyunlar gibi işlerinin nasıl oluştuğunu bir izlence gibi okuduğumu anlattım. Biraz sarsıldı ikisi de ama pek inanmış gibi durmuyorlardı. Enis pek de ihtimal vermediği anlaşılır bir tonda 'Peki, getir de bir göz atalım' dedi.
Ertesi gün defteri ikisine teslim ettim... Ömer de Enis de tek bir kelime etmeden dakikalarca karıştırdılar sayfaları. Daha sonra Ömer 'Bunu yayınlarsak neler olacağını düşündün mü?' dedi...
Ben ve arkadaşlarım bütün gece oturup bunun muhasebesini yaptık. Başıma neler gelebileceğini, hele M'yi nasıl zor bir durumda bırakacağımı, güvenini yitireceğimi biliyordum... Ama söz konusu olan bir balkonda çürümeye terk edilmiş bir büronun çekmecesinde duran ve Türkçe Edebiyat'ta çok özel bir yere sahip olan birinin el yazmasıydı...
Her şeyi göze almak gerekirdi... M'ye haber vermeyecektik. Zira, ne diyebilirdim ki?
Sonrasını sen de biliyorsun. Kızı Özge'nin gelişini, kendisine defterin teslim edilmesini, (Dokunaklı sahneler) Pakize'nin Enis'ten hesap sormak üzere yaptığı baskını...
Akşam saat 17'de son provaların okunup yazıların baskıya yetiştirildiği deadline'ı hatırlarsın... İşte, yine 16.45 civarında Enis'in düzelti yaptığı metni gördüm. Yazı dizisinin ilkine yazdığı tanıtımı... Omzunun üzerinden okurken bana ve M'ye teşekkür ettiğini dehşet içinde gördüm ve bizim isimlerimizi yazma lütfen dedim. Enis de isimlerimizi çıkartmak inceliğini gösterdi ve anonim gençler olarak teşekkür edildik...
Bir ilginç olay da Pakize Barışta'nın baskınıydı: Oldukça öfkeliydi ve bağıra çağıra "O Boğaziçili sıçanları nasıl sürüm sürüm süründüreceğini anlatıyor, Enis'ten isim istiyordu ısrarla... Enis kadını bulunduğumuz mekandaki tek camlı oda olan Sami Kohen'in boş odasına aldı. Ben, Enis'in ve Pakize'nin bulunduğu yere çapraz duran masamdan yaklaşık beş metreden dinliyordum konuşulanları... Enis soğukkanlı bir biçimde Pakize'yi dinledikten sonra tane tane ve alçak bir ses tonuyla konuşmaya başladı. O kadar alçak bir ses tonuyla konuşuyordu ki, söylediklerinden bir iki kelime dışında hiçbir şey duyamıyordum... Biraz sonra Pakize çıktı, hışımla orayı terk etti. Ardından da Enis çıktı. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle...
Hayrola diye sordum... Enis'in nasıl bir koleksiyoncu olduğunu bilirsin. Evinde Cumhuriyet döneminde basılmış dergilerin neredeyse tamamı bulunur. Üstelik, kitap kurdu olarak okumadığı yoktur... Bana Devlet Tiyatrosu'nun 'Oyunlarla Yaşayanlar' kitapçığını gösterdi. Pakize Barışta imzası ile yazılmış bir tanıtım yazısını... Daha ilk cümleyi okuduğumda neler döndüğünü anladım... Genç dul, Atay'ın defterlerinden yararlanarak (!) yazdığı bu kısa metinde tırnak içine almadığı birçok cümleyi, sanki kendisine aitmiş gibi göstermekte beis duymamıştı...
Pakize konusu böyle kapandı.
M'ye gelince... Defter 'Günlük' adıyla basıldıktan çok sonra karşılaştık ve sadece 'Özür dilerim' diyebildim... O da büyük bir incelikle 'Unuttum bile' dedi. İkimiz de bir daha tek kelime bile etmedik olay ile ilgili olarak..."
Ziya'nın maili burada bitiyor.
1984'ten yıllar sonra Ziya ile bu konuyu bir kere Paris'te konuşmuştuk. Günlük nasıl yağmurdan etkilenmemiş diye sormuştum. O da "Naylona sarılıydı" demişti. Niye balkona koymuşlar acaba soruma yanıt ise daha acıklıydı: "Ev küçükmüş, evde yer yokmuş."
Oğuz Atay ile ilgili gözlerimi dolduran dördüncü durum da bu olmuştu. Bu vicdansızlık...
M'nin adı bende gizli. Sosyal medyayı pek kullanmıyor, nasıl ulaşacağımı bulamadım. Hakikat'in bilinme hakkı vardır. İsterse adını seve seve vermek isterim tabii ki.
Ziya çok uzun zamandır burada yaşamıyor. Ekşi Sözlük'te "1980'lerde Ziya Derlen gibi bir oyuncu yetiştirip sonra kaybetmişlerdir" diye yazıyor.
Google'a adını girince karşınıza bir de "UMUTSUZLAR MERDİVENİ" çıkıyor.
Orta kantinin üstünde, kocaman bir ağacın arkasında kalan bu merdivenin diğer sakinleri arasında uzun zaman önce kaybettiğimiz Nilgün Marmara, Haşim Müftüoğlu, Seyhan Erözçelik de var...
Merdivenin demir bölümünde görülmek istemeyenler, huzur içinde çaylarını sigaralarını içmek isteyenler otururmuş. Taş bölümünde ise gerçek umutsuzlar.
"Tutunamayıp" materyalizmin kucağına düşen çoktur bu merdivenlerden...
"Çünkü korkuluk aslında yoktur" diye yazılıyor o günler anlatılırken.
Emin olduğum bir şey var, Ziya hiç düşmedi.