"Tembellik hakkı"mı kullandım. Türkiye'deki bütün haklar gibi bu da kısa sürdü. Topu topu altı gün.
Yazık. Yani bana yazık…
Sonuç: Yine kürkçü dükkânındayım işte…
Gazete okumadan, internette turlamadan, cep telefonunu kapalı tutarak geçirdiğim altı tembellik gününün sonunda dün sabah kürkçü dükkânına döner dönmez yüce ve bağımsız "Türk yargısı"nın okkalı bir tokadı suratımda şakladı.
Konu bildik bir konu. Bir dönem Özgür Gündem gazetesine art arda açılan, yazı işleri görevlilerinin tutuklanmasına yol açan davalara karşı bir meslek dayanışması olarak adı ünü duyulmuş gazeteciler, hak savunucuları "nöbetçi genel yayın yönetmeni" olarak bir günlüğüne Özgür Gündem yazı işlerinde yer almışlardı. O gün çıkan gazeteyle ilgili açılan davalarda, o gün nöbetçi yayın yönetmeni olan gazeteciler de sanık olarak soruşturma kapsamına alınmışlardı.
(Parantez açayım: Ben de bir gün nöbetçi yayın yönetmeni olarak görev almış, sabah yazı işleri toplantısına katılmış, masaya gelen haberlerin değerlendirmesinde görüşümü filan belirtmiştim. Ama ben "hakkında dava açılmayan nöbetçi yayın yönetmenler"nden biri olmuştum.)
Serpme-seçme yöntemiyle açılan bu davaların hangisinin o sayıyla ilgili dava, hangisinin "ana dava" olduğunu da takip edemez olmuştuk.
Ana dava mı, baba dava mı bilmiyorum ama açılan davalardan birinde gazetenin imtiyaz sahibi Kemal Sancılı, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İnan Kızılkaya, Genel Yayın Yönetmeni Zana Kaya ve nöbetçi Genel Yayın Yönetmeni Eren Keskin İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandılar ve mahkeme bu yılın Şubat ayında, biri nöbetçi yayın yönetmeni Eren Keskin olmak üzere dört meslektaşımızı çeşitli hapis cezalarına çarptırdı.
Kemal Sancılı, İnan Kızılkaya ve Eren Keskin "örgüt üyeliği" suçlamasıyla 6 yıl 3 ay ceza aldılar; Zana Kaya ise "örgüt propagandası" suçlamasıyla 1 yıl 13 ay ceza almıştı.
Buraya kadarının meslek diliyle söylersek pek de önemli bir haber değeri yoktu. Benzeri onlarca (yüzlerce?) yargı ayıbına tanık olmuştuk, olduk ve olacak gibiyiz. O yüzden bence iç sayfalarda tek sütunlük bir haberdi…
İşte o 23. Ağır Ceza Mahkemesi önceki gün "kararının gerekçesi"ni açıkladı. Gerekçeyi baştan sona ve dikkatle okudum ve kürkçü dükkânına dönüşümün daha ilk saatlerinde suratıma okkalı bir yargı şamarı yemiş oldum.
Eğer Türkiye'de bir mahkeme böyle gerekçelere dayanarak ceza veriyorsa, verebiliyorsa ve bunun adına "hukuk" deniyorsa külahlarımızı önümüze koyup derin derin ve karar kara düşünmeliyiz.
Gerekçeli kararı satır satır, hatta kelime kelime ele alıp didiklemek mümkün. Ama bu hem bu yazıyı okunmayacak kadar uzatır, hem sizin sabrınızı taşırır.
Ama birkaç seçme zaten yeterince fikir verecektir.
Şu cümleye ne dersiniz:
"….Sanıkların savunmalarında ve genel itibariyle Özgür Gündem'in yayın politikasında terör örgütünün kanlı yüzü ve eylemleri görmezden gelinerek insan hakları ve insan hakları savunuculuğu perdesine saklanıldığı müşahade edilmiştir..."
Bu mantığa göre sanıklar savunmalarında ve gazete yayın politikasında "terör örgütünün kanlı yüzünden" söz etmemişler; savunmalarını insan hakları ve insan hakları savunuculuğu üstüne kurmuşlar. Mahkemeye göre bu insan hakları ve "insan hakları savunuculuğu perdesi"nin ardına saklanmaktır.
Eh, bu ülkede binlerce polis 1992'de üstlerinde üniformaları ile "Kahrolsun insan hakları" diye böğürerek yürümüşlerdi. Aradan 29 yıl geçmiş. Bir arpa boyu bile yol alınmamış.
Haydi 23 Ağır Ceza Mahkemesi'nin hukuk fakültelerinde ders olarak okutulmaya lâyık karar gerekçesinden bir uzun cümle daha aktarıp bu Tırmık'ı noktalayalım:
"…En az evrensel değerler kadar insan onur ve haysiyetini gözeten, Türk devletinin daima var olmasını ve anayasamızda tanımlandığı üzere vatandaşımızın Türk vatandaşı olarak kendisinin ve devletinin güvenliğinden endişe etmesine sebep olmayacak gerçek ve milli bir insan hakları anlayışının ve kavramının tartışılması ve gözetilmesi gerekmektedir…"
Bir kere böyle bir Türkçe ile cümle kuran biri ilkokul son sınıfta kırık not alırdı. Cümlenin ne başı belli, ne sonu, ne öznesi belli, ne nesnesi, ne de yüklemi.
Ama boş verin. Keşke gerekçeli karardaki bu cümlenin kusuru bozuk bir Türkçe'den ibaret olsaydı.
Asıl dehşete düşürücü mantığı gözünüzden kaçmadı umarım, hani siyah dizilen cümlecik:
"…gerçek ve milli bir insan hakları anlayışının…"
İnsan haklarının gerçek olmayanı da varmış ve insan haklarının millisi de olurmuş anlaşılan.
En iyisi ben hiç olmazsa kendimi kurtarmaya çalışayım. Mustafa Kemal'in ünlü sözünü, ondan ödünç alıyor ve kendim için biraz değiştiriyorum.
İlan ediyorum, rica ediyorum, ihtar ediyorum:
Beni Türk yargıçlarına emanet etmeyiniz…