Olmayan saçlarım bile uzamış, kulaklarımın ardından fışkırır hale gelmişti. Kaç gündür sakal tıraşını da geçiştirmiştim. Artık Marmara Adası’nın yaşanmadan kavranması güç dinginliğini terk edip İstanbul’a, egzos gazı, biber gazı, asfalt, beton, zifos, çamur saçan kente dönüyorum ya, berbere gidip “Saç, sakal, bıyık, kaş, kirpik” dedim. İlk ikisini kesecek, sonuncuları düzeltecek; ben de kentliye yaraşır uygar bir görünüşe geçeceğim…
Yani içimde berbat günlere hazırlanmanın sıkıntısı ile berber koltuğuna kuruldum.
Berber sıkı ulusalcı, aşırı siyasaldır. Küçük dükkandaki TV sürekli açıktır. Ya Ulusal Kanal ya Halk TV seyreder. Müşteri de mecburen koltukta oturduğu sürece bu kanalları izler, dinler; berberin ince yorumlarına kafa sallar, onaylar. Sıkıysa onaylamasın. Makas da, ustura da onun elinde.
Ama bugün günlerden salı. Yani Meclis’te grubu bulunan partilerin grup toplantıları günü. Benim berberin de ulusalcılığı biraz geriledi, aşırı siyasetçiliği daha da azdı ve bir yandan makas şakırdatırken bir yandan da daha önce hiç seyretmediği TV’ler de dahil, grup toplantılarını canlı veren kanalların birinden ötekine zıplıyor.
Sonuç: Ben dün AKP’nin grup toplantısında Tayyip Erdoğan’ın, CHP’nin grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Salı vaazları”nı baştan sona dinlemek zorunda kaldım.
“Senin saçın bile yok, o kadar uzun mu sürdü tıraş” diye cinlik edip sormayın. Benim berber iki makas şaklatıyor, ardından ekrandaki ile ateşli bir siyasal tartışmaya giriyor. Özellikle bıyık düzeltmede tadını iyice kaçırdı. Sanırım her bıyık teli ile tek tek ilgilendi. Her tel arasında da ekrandakine ağzının payını verdi…
Sonucun sonucu: İstanbul’a ruhsal açıdan şiddetli bir sarsıntıya uğramış, ruhen ve hatta bedenen sakatlanmış olarak dönüyorum. Acilen nörolojik, nevrolojik, travmatik, psikolojik, psikopolitik tedaviye ihtiyacım var…
Abarttığımı söyleyeceksiniz. Söylemeyin.
Siz o grup toplantılarını TV’lerin özet görüntülerinden seyredip, gazetelerin özet haberlerinden okuyacaksınız. Benim gibi baştan sona değil…
* * *
AKP’nin başındaki zat her zamanki gibi kendi takımını övdü, rakiplerini yerdi. Onun sözünü buyruk bilmeyenlere ise iyiden iyiye giydirdi.
Örneğin Kürtlere seslendi: "Birileri çıkıp da, İmralı’ya ‘kim gider kim gelir’ diyor. Bunun kararını vermek tamamen hükümete aittir. İster gönderir, ister göndermez…”
Örneğin ODTÜ’nün dur durak bilmeyen genç kadın ve erkeklerine posta koydu. Bu arada uygarlık dersi de verdi: “Dünyaya sizin gözünüz kör. Yol uğruna her şey feda edilir, yol medeniyettir. Medeni olmayanlar, bunun değerini anlamazlar…”
Fırça fırtınasından ve Tayyip Erdoğan usulü siyaset dersinden Avrupa Birliği de nasibini aldı: “…Avrupa’nın tek derdi Türkiye’ye ilerleme raporu hazırlamak mı? Avrupa Birliği Suriye’de yaşananlara karşı tavır alamadı…… AB’nin kendi ilerleme raporunu yazmasını samimiyetle bekliyoruz.”
CHP’nin başındaki zat da “Bu kadar doğru sözün, bu kadar haklı eleştirinin içine bu kadar ‘ufala da civcivler yesin’ kof öğünmesi nasıl sıkıştırılabilir” dedirtti. AKP’nin özellikle dışpolitikasını pek güçlü kanıt ve tanıtlarla yerden yere vurdu, ama hepsinin aralarına da “Oysa CHP ne yaptı, ne yapıyor” sorusuna kendince cevaplar verdi. Dinleyen de bu ülkeye CHP demokrasinin hasını, özgürlüğün alâsını getirmiş de haberimiz olmamış demek zorunda kaldı…
Partilerin grup toplantısı, milletvekillerinin görüşlerini oluşturup TBMM’de izlenecek parti politikalarına ilişkin kararlar alınacağı, eğilimlerin belirleneceği toplantılar olmaktan çoktan çıktı. Artık genel başkanların görünüşte sıraları doldurmuş milletvekillerine, aslında TV kameralarına yönelik atıp tutmalarına dönüştü.
Sıraları dolduran kimileri anlı şanlı, kimileri en azından seçilmiş milletvekili olan koca koca erkekler ve kadınlar ise liderlerinin konuşmasında alkış gerektiren yerlerde ödevini canla başla yapan figüranlara dönüştü…
Olan da berber koltuğunda makas-ustura tehdidi altında bütün bunları baştan sona dinlemek zorunda kalan bana oldu…
* * *
Benim kadim arkadaşım Şanar Yurdatapan, 12 Eylül darbesinin hemen ardından hınzır bir şarkı bestelemiş, Melike Demirağ da seslendirmişti. Şarkı “10 eylül olsun, 11 eylül olsun, 12 Eylül olmasın, 13 eylül olsun” gibi köklü bir takvim değişikliği öneriyor ve öngörüyordu. Hem dinlemiş, hem keyifle gülmüştük.
Şimdi de ben bir başka takvim değişikliği öneriyorum. Madem partilerin grup toplantıları denen siyasal vaaz günleri salıdır. Bundan böyle haftanın günleri değişsin: “Pazartesi, çarşamba, çarşambatesi, perşembe, cuma, cumartesi, pazar” olsun…
Yazarınıza güvenin. Toplumda ruhsal açıdan çok olumlu düzelmelere ebelik edeceğine kalıbımı basarım. …