Aşağıda Atlas Okyanusu, güneşin altında kıpır kıpır ve ışık ışık uzanıyor.
Yaşasın Güney Amerika’ya gidiyoruz. Ankara’dan kalktıktan sonra Kanarya Adasının başkenti Las Palmas’da mola verdik. Mola bitti. Sabahın köründe havalandık. İlk durak Buenos Aires. Ama arada binlerce mil var ve altımızda Atlantik Okyanusu... Saat, zaman altüst oldu. Uyku, yemek birbirine karıştı. Gidiyoruz, gidiyoruz güneş hep aynı yerde. İlkin saate bakmaktan vazgeçtik. Sonra da "Türkiye'de saat şimdi...'' filan demekten. Uçağın pilotu "Sayın Cumhurbaşkanım, sayın Hanımefendi, sayın konuklar, şu anda Ekvator'u geçiyoruz. Arzederim" dediğinde, önce bir şey görecekmiş gibi pencerelere yığılıştık. Sonra da çocukluğumuza güldük. Aşağıda Atlas Okyanusu, güneşin altında kıpır kıpır ve ışık ışık uzanıyor. Ne bir gemi, ne bir kuş, ne bir kara parçası... Sonra.. Saatler ve saatler sonra Güney Amerika belirdi. Anakara'ya en kuzeyinden yaklaştık ve neredeyse tüm kıyı şeridini yalayarak güneye inmeye başladık. Tamam, elbette eni sonu bir kara parçası. Uçağa binen herkesin gördüğü görüntüler. Tropik ormanlar filan var herhalde ama, 10 bin metre tepeden bakınca, ha Haymana Ovası, ha Brezilya Platosu. Olsun! Gene de bilincin derinliklerinden kopan şiir parçacıklarıyla izlerseniz tadı çıkıyor. Yüzlerce kilometre uzaktan bile seçilebilen Amazon Irmağıyla, servete aç İspanyol ve Portekizli fatihlerin cankırımlarına, frengi, cüzzam ve malarya verip altın, gümüş ve can aldıkları yıllara dönüyorsunuz. Sonra çok uzaklarda Rio de Janeiro. Belli belirsiz. Ama gene de ezbere saydığımız Peleli, Santoslu 1958 Brezilya milli takımını antreman yaparken görebiliyorsunuz. Siyah Orphe'nin karnavalın başdöndürücü kargaşası içinde ölümden kaçışını gözleyebiliyorsunuz ve Brezilya üstüne bilgilerinizin ne kadar sınırlı olduğunu fark edip şaşıyorsunuz. Ha bir de Arismendi. 70'li yıllarda Dünya sosyalist hareketinin yörüngesini çizenlerden birini, Brezilya Komünist Partisi'nin Birinci Sekreteri, o ak saçlı, yorgun ve saygın amca!.. Uçak şimdi Uruguay üstünde. Bulutlar örtmüş, görünmüyor ama aşağılarda bir yerde Montevideo var. Tupamaroların kenti. 60'lı yıllarda devrimi şiirle bezeyen ve devrimle şiiri birbirine karıştıran, ama askeri cuntayı da çıldırtan, çoğu üniversite öğrencisi kent gerillaları. Gençlik yıllarımızda bizi etkileyen o buluşlu, bilişli genç antiemperyalistler şimdi biz yaşlarda olmalılar. Ne yapıyorlar acaba ? Yazık, bulutlar Montevideo'yu örtmüş, artık 50'sini aşmış Tupamaroları göremiyoruz. ... Ve Arjantin ve Buenos Aires Ve Arjantin... Cuntaların, Videla'ların, Galtieri'lerin Arjantin'i mi ? Yooo bu eli kanlı generaller değil anımsadıklarımız. Altımızda uzanan bu uçsuz bucaksız topraklarda, tango'nun babası Gardel'in kısık sesi, uçağın gürültüsünü çoktan bastırdı. Kilisesini bir antifaşist direniş yuvasına dönüştüren ve yakalandıktan sonra, bir uçağın penceresinden Atlas Okyanusuna fırlatılan ve bugün Buenos Aires'te neredeyse bir aziz gibi anılan Rahip Bolo'yu görüyoruz aşağılarda bir yerlerde. Gözalabildiğine uzanan pampa'da, bu uçsuz bucaksız otlaklarda, İtalya'dan, Portekiz'den, İspanya'dan, Almanya'dan, İsviçre'den, Hollanda'dan, Norveç'ten göç etmiş Avrupa yoksullarının kervanları seçiliyor. Arjantin'i bir halklar sofrasına dönüştüren ve bugün Arjantin ulusunu oluşturan umut dolu ama yoksul Avrupa çiftçilerinin araba kervanları... İndik. Bu suratlar... Ah, bu suratlar bize hiç yabancı değil. Biziz bunlar. Bize kendini "Merhaba. Ben Marcela" diye tanıştıran şu rehber kız, Beykoz'da doğmuş olmalı. Şu otobüsün şoförüyle biz daha önce Sivas'tan Malatya'ya gitmedik miydi? Ya şu beş yıldızlı otelin önünde eğreti duran Arjantinli koruma görevlisi, bizi Türkiye'deki seçim gezilerinde itip kakan polis memurlarından biri değil miydi ? Şaka değil. Arjantin halkı davranışlarıyla, durmaksızın sigara içişleriyle, erkekleri bıyıklarıyla, ellerini kollarını sallamadan konuşamayan gençleriyle Anadolu insanından hiç farklı değil. Ama Buenos Aires'le İstanbul'u benzetmek haksızlık olur. Burası da 12 milyonluk bir kent irisi. Bir metropol, anakent. Ama kentleşmeyi bilinçle kavramış insanların metropolü. Dik kesişen, düzgün ve bakımlı caddeler. Üstlerinde kaçak kat çıkmaya hazır demir filizleri yerine renk renk kiremitler (yeşil kiremit de olurmuş meğer). Beton silolarına dönüşmemiş zevkli toplu konutlar, kent merkezinde yıkılmak ne söz, özenle yenilenmiş, bakımlı, çok bakımlı eski yapıları, büyük meydanları ve otomobilleri değil insanı öne çıkarmış düzeniyle bu karaağaçların, okaliptusların, telli kavakların, menengeçlerin, akçaağaçların gölgesinde, tropik sıcağını duymayan bu kent bizi... evet, kıskandırdı. Akşam karanlığı basınca, hiç bilmediğimiz, hakkında neredeyse hiçbirşey bildiğimiz bu güzel kentte kendimizi bıraktık. Bilmeden, ayaklarımızın bizi sürüklediği yöne yürüdük. İyi etmişiz. Kentin merkezlerinden birine, Alvear Meydanı'na çıktık. Anıt ağaçların, bağımsızlık ve yurttaşlık hakları savunucularının anıtlarıyla süslenmiş, gerisi göz alabildiğine çimen. Çimenler üstünde genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk Buenos Airesliler. Onlar gibi yaptık. Kocaman (ama bildiğiniz gibi değil, çok kocaman) bir dondurmayı yalaya yalaya, çimenlerin üstünde, orta yaşlı bir teyzenin söylediği, torununun da akerdeonla ona eşlik ettiği bir tango konseri dinledik. İçinde bol bol esperanza (umut) ve corazon (kâlp) sözcüklerinin geçtiği tangolar... Buenos Aires bizi iyi karşıladı yani.