Buralarda sürterken, kökü Türkiye’ye dayanan tanıdıklarla, onların genç...
Buralarda sürterken, kökü Türkiye’ye dayanan tanıdıklarla, onların genç arkadaşları ile sohbet kaynatırken ayırdına vardım. Galiba buralarda şu an için tek gurbetçi benim. Üç beş kuruş kazanmak için geldim; çalışıyorum; işim bitince yeniden evime, yurduma, sılaya döneceğim. Gurbetçi dediğin de zaten budur ve bundan ibarettir. Bu ülkede resmi rakamlarla 3 milyon, gerçek rakamlarla 3,5 milyon dolayında ya kendisi, ya ana-babaları, ya nine ve dedeleri Türkiye’den göçmüş bir kitle yaşıyor. Kimi (çoğu) işçi, kimi esnaf, kimi zanaatkar, kimi öğrenci, kimi öğretmen, kimi ev kadını, kimi işsiz, kimi akademisyen, sanatçı, işadamı, iş kadını, taksi şoförü, boş gezenin boş kalfası... Büyük bir kitle bu. Dahası Almanya topraklarında elli yıllık bir geçmişi, bir tarihi olan bir kitle. Elli yıllık bir tarih “kuşaklar” demektir. Almanya’da, özellikle politikacılar tarafından –bence- bilerek gözardı edilen; Türkiye’dekilerin ise belki de farkında bile olamadıkları birbirine eklemlenmiş kuşaklar... Birinci kuşak ilk gelenlerdi. Başlangıçta seçimi Almanya yaptığı için iyi kötü eğitilmiş, örneğin şimdiki meslek liselerinin karşılığı olan, 1960’lı yılların ortaöğretim kurumlarında eğitilmiş; soğuk demircilik, tesviyecilik, elektrikçilik eğitimi görmüş emekçilerdi. Ama bu kısa sürdü. Hem Almanya’nın işgücü açığı salt meslek eğitimi görmüşlerle karşılanamayacak kadar büyüktü; hem Türkiye’nin o sayıda yetişkin elemanı yoktu; hem aynı yıllarda Türkiye kapitalizmi sıçrama yapıyordu ve meslek eğitimi görenlere iş olanakları sunabiliyordu. O yüzden birinci kuşak kısa sürede, köyden kopup, büyük kent yaşamına uğramadan Almanya’ya ayak basanlarla beslendi, büyüdü. İlk kuşaktan göç edenleri öncelikle Ruhr bölgesinin uçsuz bucaksız kömür ocakları, kuzeyde kıyı kentlerindeki tersaneler ve güneyden kuzeye, doğudan batıya bütün ülkeye serpilmiş otomobil fabrikaları emdi. Biraz daha geç gelenler ise sanayileşmiş tarım işletmelerinden, belediyelerin temizlik işçiliğine, inşaat sektörüne, filan yönlendirildiler. Birinci kuşak göçün en acı çekmiş, en zor koşullarla karşılaşmış kuşağıydı. Bilmedikleri bir dilin konuşulduğu bil ülkede bilmedikleri ve kendilerine epey ters bir kültürün ilişkilerine uyum sağlamaya zorlandılar ve çoğunlukla uyum sağlayamadılar. Yemek kültüründen eğlenceye, dinsel adetlerden, barınma alışkanlıklarına kadar yaşamın hemen her alanı birlikte getirdikleri adetlere, alışkanlıklara, tercihlere tersti. Yine de cesur ve gözü kara bir kuşaktı. Bütün zorluklara rağmen göç ettikleri ülkede tutunmasını bildiler. Zorlukları aşamadılarsa bile katlanabilecek sabra sahiptiler.Sonra ikinci kuşak geldi. Birinci kuşağın, gelirken memlekette bıraktıkları en azından ilkokulu Türkiye’de okumuş gencecik çocuklardı. Artık kendilerine yer etmiş, “Heim” yatakhanelerinden derme çatma da olsa kendi kiralık evlerine geçmiş ana-babalarının yanlarına geldiler. Kimi okullarının geri kalanını tamamlamaya çalıştı, biraz daha gelişkinler taze işgücü olup akarbantların başına geçti. Babaları, anaları Almancayı hemen hemen hiç kıvıramıyorlardı. Onlar iyi kötü, kimileri bayağı iyi kıvırdılar. Yıllar geçti. Büyüdüler. Evlenme çağına geldiler ve büyük, ama çok büyük çoğunluğu için “damatlar ve gelinler” Türkiye’den ithal edildi. Onlar hem birer eş hem birer “Alamanya kapısı” idiler. Kızların başlık parası “patlama” yaptı. Erkekler köyün en güzel kızını alma şansına kavuştular. Ama çoğu kez öncelik akrabalar, bilemedin “hemşeriler” arasında oldu. Gettolaşmanın tohumları da o günlerde serpilip gelişti. Heimler boşaldı ama Türk mahalleleri, semtleri oluşmaya başladı. Üçüncü kuşak oralarda doğdu. İlkokuldan önce çocuk yuvalarına gitmişler; Almanca anadillerinden de baskın bir dil olmuştu. Türkçeyi de kıvırıyorlardı ama on kelimelik bir cümlede en az üç kelime Almanca oluyordu. Tuhaf, sevimli ve melez bir dil doğdu: Auslaenderdeutsch (=Yabancılar Almancası)... Aralarından çok başarılı iş adamları, sanatçılar, akademisyenler çıktı. Fabrikalar yerine döner tezgahlarının, manav sergilerinin, “Türk” bakkallarının başına geçenlerin sayısı da iyiden iyiye arttı. Dedeleri, nineleri artık emeklilik yaşlarına geldiler. Kimileri “memlekete” döndü. Ama köye değil; Mersin’e, İzmir’e, İstanbul’a, Ege kıyılarına, Karadeniz kıyılarına, kentlere döndüler. Euro emekliliğinin sağladığı görece refahın tadını çıkarıyorlar. Almanya ile bağlarını tam koparmadılar ve koparmayacaklar. En azından gelişkin sağlık sisteminin ve yıllar boyunca budanmasına rağmen artakalanı Türkiye için hâlâ imrenilecek sosyal devletin olanaklarından kim vazgeçmek ister ki ? Dördüncü kuşak, Almanya’da doğmuş, orada büyümüş, o toplumun birer halkası olmuş kadın ve erkeklerin çocuklarıdır. Onlar da büyüdü. Acımasız Alman eğitim sisteminin basamaklarını tırmanabilenler şimdi üniversite eğitimi görüyor. Daha alt basamaklardakiler ise meslek eğitimi filan görerek bir baltaya sap olmaya çabalıyor. Türkçeleri berbat. Kimilerinde o bile yok. Rüyalarını Almanca görüyor, ateşlendiklerinde Almanca sayıklıyorlar ve onlar Almanca düşünüyorlar. Dedeleri, nineleri ile “dil farkı” yüzünden anlaşamaz hale gelenler hiç de istisna değil. Epeydir iktidarın dizginlerini elinde tutan sağ parntilerin (CDU – CSU – FDP) yabancı korkusu ve hatta düşmanlığından en çok etkilenenler de bu kuşaktan. Önemli bir kesimi eğitim merdiveninin ilk basamaklarına mahkum ediliyorlar. Ama ilk kuşaklardan miras “tutunma” inadı ve sabrı onlarda da var. Üstelik ilk kuşağın direnmekten vazgeçme, sılaya dönme şansları vardı. Onlarda bu da yok. Onların “sılası” Almanya... * * * Dört kuşağın masalı bu. Bitmemiş ve bitmeyecek bir masal. Tarihin tanıdığı, “en kısa zaman diliminde yaşanmış en yığınsal göç”ten söz ediyoruz. Mısır’dan vaadedilmiş topraklara göçen Musa kavmi bir, bilemedin iki bin kişilik bir kabileden ibaretti. Avrupa yoksullarının Kuzey ve Güney Amerika’ya göçü tarihin büyük göçlerindendi ama yine de Anadolu topraklarından kopan bu büyük göç dalgası ile karşılaştırılamaz. Evet, tarihin tanık olduğu en büyük göçtür bu! Türkiye, dört kuşağa yayılmış bu büyük göçün taşıdığı gizilgücün (=Potansiyel) çok az farkında. Bu çok uzamış yazı da o büyük “gizilgüç”ün altını çizmek için yazıldı. Üstelik yazan hızını alamadı. Yarın da aynı konuya devam ederse şaşırmayın...