Tango'nun anayurdu Arjantin. Arjantin'i anlatırken tangoyu anlatmamak olmaz.
Tango'nun anayurdu Arjantin. Arjantin'i anlatırken tangoyu anlatmamak olmaz. İlle de yazmam gerekmiyor. Ama Arjantin tangosu ile tanışmam şart. Ama önce Orhan Avşar... Arjantin tangosundan söz etmeden önce size Orhan Avşar'ı anlatmalıyım. Yani önce İstanbul'a döneceğiz ve 1960'ların ilk yıllarına ve o yılların bir İstanbullusuna, Orhan Avşar'a... Siz, Orhan Avşar'ı tanımadınız. Her zaman ütülü, krem rengi, ipek takım elbisesi, aynı renk ipek kaşkolu, o yıllarda İstanbul'un belki de tek "entel bar"ı Tosun'un neredeyse onunla özdeşleşmiş bar taburesine yerleşmiş, Tekel'in "Kanyak'ının aslında konyak olmadığından ve olamayacağından yakınışını dinlemediniz. İstanbul Radyosunda Orhan Avşar Tango Orkestrasını da dinlemediniz büyük olasılıkla... Selçuk Kaskan'la, bu ayrılmaz dostu ile bir türlü nokta koyamadıkları "tango tartışmaları"na da tanık olmadınız. Öğünmek gibi olmasın ama ben oldum ! O tartışmalardan birinin - kimbilir kaçıncısının- en yüksek anında Orhan Avşar adeta bağırdı: - Tango bir kışkırtmadır. Bunu anlamadığın için Arjantin tangosu ile Türk tangosunu karıştırabiliyorsun ! Şecaattin Tanyerli'nin yumuşak sesiyle büyümüş, "Papatya gibisin beyaz ve ince" ya da "Sevdim o zalim kadını" ya da "Kemanımla sana bir ses verebilseydim eğer" diye başlayan Türk tangolarına aşina biri için "Tango bir kışkırtmadır" sözünün çok da derin bir anlamı yoktu. "Orhan Bey, yıllarını geçirdiği Arjantin'i gene abartıyor" diye düşünüp, yeşil erikle "kanyak"tan oluşan "Orhan Avşar usülü" içkimizi yudumlamamaya devam etmiştik. Orhan Avşar öldü. Kadim dostu Selçuk Kaskan da. Tosun da yok. Orada şimdi galiba döner dürüm ve içli köfte satılıyor. Ama tango hâlâ var. Orada, anayurdunda, Arjantin'de yaşıyor... * * * La Boca, Buenos Aires kentinin liman semti. Bütün liman semtleri gibi. Koca koca vinçler yan yana uzanıyor. Egzos gazı, , mazot, yanık yağ ve çürümüş su kokuyor.. Deniz maviliğini unutmuş. Binalar ya çok bakımsız ve pis, ya çelik, cam, beton karışımı ruhsuz işyerleri... Sonra arka sokaklar... Kulübeler, bütün liman kentlerinin değişmez dekorları.... Ah hayır, son cümleyi unutun. Yanlış. Evet oluklu saçtan kurulmuş derme çatma barakalar. Yığma taştan örülmüş, çatısı gene o oluklu saçla örülmüş iki katlı binalar ve fakat... Fakat inanılmaz bir renk cümbüşü. En parlak ve birbiriyle en yan yana gelmez sanılan en canlı renkler iç içe, yan yana, alt alta, üst üste. - İşte la Boca, diyor Fran. Fran (N'nin üstünde bir çizgi var. Bizde olmayan bir harf. O yüzden Frayn gibi okunuyor), Arjantin'de tanıştığım, tanıdığıma da çok sevindiğim bir gazeteci. Beş kişiyiz. Fran, ben, Fran'ın karısı, biri kadın, iki gazeteci daha. "Pagina 12"den, yani "12. Sayfa". Arjantin'in sol eğilimli ve demokrasiyi cunta döneminde yeraltında savunmuş saygın gazetesi. Çok uzaklardan, Türkiye'den gelmiş bir arkadaşa "gerçek" Buenos Aires gösteriliyor. Fran - biraz da öğünür gibi- konuşuyor: - Buenos Aires aslında La Boca'dır. La Boca da tangodur. Tangoya daha vakit var. Şu renklerin çıldırdığı sokaklar ne peki? Yanıt gene Fran'dan: - Bu lamarina (= oluklu saç) barakaları, yüzyılın başlarında yersiz yurtsuz, evsiz barksız liman işçileri kurdular. Gemilerde kalmış ne kadar boya kutusu varsa tırtıkladılar ve evlerini o boyalarla boyadılar. Bu renk cümbüşü ondan. Tangoyu o liman işçileri üretti. O melodi cümbüşünü de. Buenos Aires'te "tango show" sunan gece klüpleri var. Giriş 35 dolardan başlıyor, 90 dolara kadar çıkıyor. İçki fiyatları da öyle. El yakıyor. Burada profesyonel çalgıcılar çalıyor, profesyonel dansçılar oynuyor. Siz de tiyatro seyreder gibi izliyorsunuz. Gruptakilerin dördü de alayla dudak büküyorlar: - Tango La Boca'da doğdu. La Boca'da izlenir. Salaş bir "Pizzeria"dayız. Yemek için fazla seçenek yok. Pizza ve şarap. Ama ne pizza ! Küçük parmağın yarısından ince bir pizza hamurunun üstüne dört parmaktan daha kalın bir "deniz mahsulleri karması" döşenmiş. Hamurun kenarları tava gibi yukarı bükülmüş. Kocaman, kaba, yuvarlak tahtaların üstüne konmuş, masaya getirilmiş. İstersen çatal bıçak da veriyorlar. Ama en iyisi elle yemek. Şarap sert ve reçine kokulu. La Boca'da "Tango gecesi" başlıyor. "Bandeneon"u (akordeonun küçüğü bir çalgı) ve gitarıyla "tanguista"lar yerlerini aldılar. Ağırdan, çok ağırdan başladı müzik. Sanki "Çağlayan Pavyon"da solistler başlamadan önceki "fasıl"ı dinliyoruz. Fran anlatıyor: - Buenos Aires'in sonuçlanmayan iki tartışması vardır. Biri, bu ülkedeki Afrika kökenli zenciler nereye gittiler ? İkincisi, tango kimin müziği? Masadakiler beni unuttu. Kendi aralarında tartışmaya başladılar. Herbirinin iddiasını alıp birbirine karıştırırsanız tangonun kökeni de ortaya çıkıyor: Küba'dan gelen gemicilerin "habanera"sı, Candombe'den (Afrika) getirilmiş esirlerin pandomim-dansları ve keskin ritmleri, Uruguay yerlilerinin "milonga"sı, İspanyol gemicilerin getirdiği Endülüs (Andoluzia) melodileri, İtalyan tüccar-kaptanlarla gelen Napolili tayfaların romantik şarkıları, Galiçyalı Yahudi göçmenlerin kederli türküleri, İsviçreli ve Alman göçmenlerin "kadril"leri... Fıyyy !.. Ne karışım!.. Ama galiba doğrusu da bu. Tango bunların herbiri, hiçbiri ve hepsi. Terk edilmiş sevgililer, terk etmiş sevgililer, uzaklarda, çok uzaklarda kalmış anayurtlar, yoksulluk ve umutsuzluk. Batakhanelerde, kerhanelerde geçen iğreti yaşamlar. Frengi ve sonuçsuz ücret isyanları. Orta yaşı geride bırakmış bir adamcağız, kısık tenor sesiyle söylüyor. Fran çeviriyor. Siz çevirinin çevirisini okuyorsunuz. Olsun. - Öpüp bana verdiğin o altın haç vardı ya... Hani o altın kolye. Onu da yatırdım kumara. Dinimi, inancımı, son servetimi ve aşkımı... Beni artık hiç affetme. Beni kalbine göm... Ben, burada, Buenos Aires'te, şarapla öpüşürüm artık... Tamam, çevirinin çevirisi, tavşanın suyunun suyu. Ama şiir çamurda bile ışıldamıyor mu? Fran, tarihi, La Boca'nın yoksul karanlıklarında yitip gitmiş tangonun bilinen ilk besteci ve söz yazarlarından Enriqe Santos Discepolo'nun tango tanımını aktarıyor: - Tango, insanın dans da edebileceği kederli düşüncelerdir... Bu tanım hoş. Ama eksik. Tangonun bilinen ilk melodileri ve figürleri batakhanelerde, birazdan üst kata birlikte çıkılacak kızlarla, bir ön hazırlığı sağlıyordu. Sözlerse daha da beter. Yakası açılmadık tanımlar, kışkırtıcı davetler, hiç bir zaman yerine getirilmeyecek vaatler. Bir Arjantin halk deyişi tangoyu - en azından o dönemini- pek yalın tanımlıyor: "Önce ayakta, sonra yatakta!". Müzik tırmanıyor. Coşku da. 1930'ların, Arjantin'in refah ve mutluluk yıllarının melodilerine geçildi. Bir süre sonra masalar boşalıyor. Bizim küçük masa da öyle. Heeeeyt be! Ödemişli Terzi Sadık'ın oğlu, Buenos Aires'te tango yapıyor. Yorulduk. Masalar yeniden doluyor. Şaraba yumuluyoruz şimdi de. Tanguistalar durmuyor ama. Şimdi de cunta döneminin tangolarına geçildi. "Cunta dönemi tangoları" tanımını yadırgadım. Fran anlamadığımı anladı; gülerek anlatıyor: - Cunta, her iyi ve güzel şey gibi tangoya da vurdu. Resmen yasaklamadılar ama, tango meyhanelerine, tango söyleyen sokak şarkıcılarına generaller hiç iyi gözle bakmadılar ve bunu belli ettiler. Tangoların sözleri değişmişti o günlerde. Sözü, onun ağzından karısı kapıyor ve "tanguista"lara boğuk ve kalın sesiyle çaktırmadan eşlik ediyor: - Generalin kızı, kaçamak yaptı... Generalin kızı, emireriyle la Boca'ya kaçtı... Generalin kızı tango yaptı... Emireri, bildiri dağıttı... General kaçamakları yakalayamadı... Vay be! "Papatya gibisin beyaz ve ince"lerle büyümüş bizcileyin birinin aklına nereden gelsin, tangonun icabında bir direniş müziği olduğu, liman mahallelerinde cuntaya direnen "descamidos"ların (çulsuzların) silahına dönüşeceğini nereden bilsin? Fran hiç bilmeden (Orhan Avşar'ı nereden bilsin) sözünü sürdürüyor: - Tango bir kışkırtmadır. O gece bir bardak sert, reçine kokulu şarap da Orhan Avşar için içtik. Tango gerçekten kışkırtıyor...