Bütün savaşları dövüşemeyecek kadar korkak olan bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır.-Emma Goldman
Stefan Hertmans, yazar-şair ama her şeyden ileri iyi bir insan. "İyi bir insan" ne kadar basit bir cümle değil mi? Kimsesizlerin cenazesine sanki onların yaşayan tek ve en yakınıymış gibi katılan biri için. İsterdim doğrusu öldüğüm gün başucumda onun gibi bir şairin dünyadan ayrılmış bir yalnız için dünyanın en derin dizelerini seslendirdiği biri olmayı ben de. Ölümden söz ettiğim zaman ölüme hayran biri olduğumu sanıyorlar. Oysa ölümden söz etmiyorum ki ben. Ölüme neden olan, insana ölümü düşündürten şeylerden söz ediyorum. İnsan ömrünün yaşanılası bir düzen kurmaya neden yetmediğinden… Aslında neden hiçbir şeyin insana iyi bir resmin ya da şiirin hissettirdiği biçimde hayat vaat etmediğinden… Fakat en kötü tecrübenin bile insana direnç verdiği gerçeğinden sözler eden bir kitaptan söz edeceğim şimdi. Bir çeviri kitap insanların yeryüzündeki diğer pek çok insan ve milletlerin de diğer milletlerle iletişim kurabilmesinin bir yoludur da bir bakıma, insanın direncini arttıran bir iletişim aracıdır da hem geçmiş hem de gelecekle ilgili olarak. Hasan Türksel'in Türkçeye usulca indirdiği Savaş ve Terebentin üzerine sıradan sözler edilecek bir roman değil. Aksine tam da bu günlerde üzerimize sindi sandığımız dünyanın katı huyunun tekrarından ibaret dertlerle dolu bir roman. Sanki bir dönem filmi gibi anlatıyor 'tasarlanmış zamanın ve mekânın' içinde dünya düzenini ve savurup duran insanı.
Maddenin nesneye de insana da nasıl sirayet ettiğini Hertmans'ın otuz yıl sonra romana uyarladığı büyükbabasının gerçek yaşam öyküsünü kendi el yazısıyla kaleme aldığı güncelerinin kendisinde de yarattığı travmanın ve biraz da dünya tarihi, bir yaratıcı olarak sanatla ilgili -o günler çok genç ve pek umursanmamış- genç bir insanın kendi varoluş tarihi. Sadece kişisel bir hayat öyküsü de değil bu kitap benim için. Herkesin birbirinin yaşamını tekrar ettiği paralel evrenin sıralı değil, iç içe olduğu gerçeğini ortaya koyduğu için belki. Savaşın her eve girdiği gerçeğini de gösterdiği için aslında. Belki bazen bir havan mermisi gibi değil ama ölmek üzere olan askerlerin veda ya da özlem mektuplarını biraz İngilizce biraz Fransızca yazmalarına yardımcı olan Urbain Martien'in el yazısıyla bile olsa. Her satırı terebentin kokan...
Terebentinle her şey temizlenebilirken bir ressamın hayatını temize çekmeye yetmediği tek şey aynı zamanda. Bütün fırçaları, bütün tuvali temizlese de hayatını yeniden kusursuz mutlu bir resim gibi baştan yeniden çizmek için işe yaramayan bir şey de aslında. Resimden çok yazmada da etkili bir şey olmuş olması da başka bir özelliği artık terebentinin. Travma kalıcı depresyona atılmış ilk sarsıcı adım olarak ya da ne kadar etkili ve derin izler bırakırsa bıraksın insanda, benim için hiçbir zaman tıbbi bir hastalık olmadı depresyon. Karamsarlık dirençli ve gerçekçi olmanın bir başka yüzü olduğu gibi öyküsünü kendi çocukluk hatıra ve anımsamaları içinde anlatan yazar için de öyle. Depresyon bir insanın her şeyden ve bütün sorumluluklardan muaf olduğu bir zamandır ve bu zaman iyi değerlendirilirse anlamak, yaratmak ve yeniden doğmak için en verimli zamandan ibarettir. Daha kitabın başlarında kurulmuş Travmanın berraklaştırdığı bir zihin cümlesi de bunun ifade edildiği ve okura Gardını al! Dediği cümledir de aynı zamanda.
Savaş ve Terebentin, ilk gençliği boyunca sesi duyulmamış, sözleri ciddiye alınmamış ama savaşa rağmen ondan istenilenleri bir görevmiş gibi yerine getirdiği gibi hayatını anlamlı kılan sanatından, resimden de vazgeçmemiş bir adamın, Urbain Martien'in öyküsü. Durup hayatlarımızı başlatan insanların -evebeynlerimizin- yaşamlarına baktığımızda -geçmişlerine- aslında yaşayamadıkları ne çok şey var onları görüyoruz, yaşadıklarını sandığımız zaman parçası içinde. Yaşanmayanların yaşanan zamandan daha uzun ve yaşananların da yaşanmayanlardan daha acı olduğu gerçeğiyle de yüzleşiyoruz böylece. Belki de bu yüzden en uzun ömürlü miras bir hatıra oluveriyor, bir hikâye olarak insandan insana geçerken. Ve görüyoruz ki, estetik deney her durumda ruhun nesneye ulanmasıyla vücut buluyor. Bu da insanın kendi yaşamı boyunca ve kendi türü içindeki koşullara bağlı evrimini gösteriyor. Savaşlar, arzular ve sabır üçgeninde entelektüel bir kayboluş. Sancılı! Pek çok insan için Sehll Shock (savaş depresyonu) genetik bir hasar olarak miras kalsa da depresyon bir hastalık değil iyi değerlendirilirse zaferle sonuçlanan bir zaman parçasıdır, tekrar ediyorum. Stefan Hertmans bu kalıtsal travmayı bir bakıma Savaş ve Terebentin ile bertaraf da ediyor. Yazan bir insanın yasına vedası onu başkalarına anlattığı anda gerçekleşiyor.
Bir asker için savaşta olmaktan daha kötüsü de vardır, o da savaştan sonraki hayatıdır. Urbain Martien için de öyle olmuştur. Hiçbir şeyin sır olarak kalmadığı bir gezegenden geçerken hep söylerim ya 'insanın değeri' azaldıkça ruhunda, hayatında ağır silahlardan daha yaralayıcı ve ölümcül olan varoluş yarası daha baskın hale geliyor. Çünkü öleceğinizi biliyorsunuz ve hatta bazı günler kendi kendinizi öldürmek bile isteyebiliyorsunuz. Savaşlar, salgınlar, aşk acısı ve elbette insan bütün bunlar karşısında çok da dayanıklı olmayabiliyor çoğu zaman. Hertmans, büyükbabasını tarif ederken -kitapta bulunan portelerden de biri olan- Arthut Schopenhauer'a benzetiyor. Günlükleri tam otuz yıl boyunca gün ışığına çıkarmadığı için ayrı ve romanlaştırırken de bazı konularda ayrı vicdan azabı duyduğunu söyleyen yazar aslında bir an için anımsadığı bir portre olarak büyükbabasını her ne kadar dehasıyla tanıdığımız bir filozofla gözlerimizde canlı bir resim gibi görünür kılmaya çalışsa da bunun için ayrıca vicdan azabı duymalıydı sanırım. Çünkü Urbain Martien bir başkasına benzetilmeden de kendi dehasını ve simasını başka zihinlerde yaratacak güçte bir karakter zaten. Böylesi bir yaşamı hiç yaşamamış Schopenhauer'un Urbain Martien'in yaşamını yaşama ihtimali bile olamazdı sanırım. Savaş ve Terebentin zaten bir düşünürden çok gerçekten düşüncelerinde eyleme geçilebilen birinin hikâyesi. Savaşı, İspanyol gribini görmemiş, yaşamamış herkesin bu kitapta idrak edeceği şey aslında savaştan ve salgından sonra bile o günlerden birer canlı kalıntı oldukları olacak sanırım. Ben bunu hissettim doğrusu. Dünyanın bir tek çağdan ibaret olduğunu ve onun da bir felaket çağı olduğunu.
Kitap boyunca sadece cephelerde, karantinada dolaşmıyor çünkü okur. Kendi hayatını görüyor. Nerden akıp gelmiş, nereye gidiyor? Şunu görüyor, şunu anlıyor: Barış her zaman mazereti olmuştur savaşın. Gözden çıkarılan ilk nesnenin insan olduğunu bu büyük acımasızlıkla göz göze geldiği ilk anda. O büyük ve etkili bütün sanatların, sanatçıların ızdırabına kaynak olmuş olması insanlığın büyük dramının ve sadece bir hikâye olmadığının da bir kurgu gibi dururken kitaplarda hayatların. Dünyayı başka türlü görüyor olmanın onu anlatma zorunluluğunu doğurduğunu da anlıyor hemen birkaç sayfa sonra yakıcı yaz güneşinin adlında düşünceli, yorgun, yaşlı bir yüzün çizgileri dile gelirken metin üzerinde. Savaş ve Terebentin tuvale sığmayan ya da tuvalde gördüklerini yeterince ifade edemediği hissine kapılmış bir ressamın ölümüne değin yazmayı sürdürdüğü kendi hayatı dışında olup biten şeyleri de kapsıyor aslında. Aksiyon reaksiyon ilkesinin bir sonucu olarak yaşayan her şeyin ve herkesin ortak alanı dünya hakkında 'neler oldu şimdiye değin ve daha neler olacak' ipuçları vererek gelecek hakkında da. Bir yakınımızın hayatının kalıtsal olarak yaşadığı, hissettiği her şeyin bir tekrarı olacağımızı da söylüyor aslında. Stefan Hertmans'ın yaşadığı gibi doğrusu. Bir travmayı dertsiz de, bu dertlerin delili olmaksızın yaşayabilir olan insanı temsil edercesine okuyacak olan okur için de berraklaşacak bir zihin kitap bitip kapaklar kapanınca bir armağan gibi belirecek içinde.