Yaklaşık 20 yıldır çiziyor. Şimdiye kadar Penguen, Kemik, Lombak, Uykusuz, Kafa ve Bavul dergilerinde karikatürleri yayınlandı. Halen Kafa dergisine ve BirGün'e çizmekte, Instagram hesabında ise hemen hemen her gün bir Bobo macerası kaleme almakta.
"Bobo"yu okur okumaz sanırım kimden bahsettiğimi anladınız.
Şaşkın, başı beladan kurtulmayan, tüm derdi yemek ve oyun olan, sahibiyle durmadan dalga geçen, kendine özgü konuşma biçimiyle bizi kendine hayran bırakan, tatlı cadı "Bobo"dan bahsediyorum. Ben şahsen hem çizgisinin, hem sosyal medyadan gördüğüm kadarıyla gerçeğinin hastasıyım.
Bobo'yu takip ederken, çizeri Serkan Altuniğne'nin bir süredir Berlin'de yaşadığını fark ediyorum ve tabii ki soruyorum: "Hocam, hangi rüzgâr attı sizi Berlin'e?"
Söz bu hafta, aynı zamanda senaryo yazarı olan, beş karikatür iki çizgi öykü kitabı (Adım Adım Kılavuzları ve Bobo) bulunan Serkan Altuniğne'de... İkinci Bobo kitabı ise İstanbul Kitap Fuarı'yla beraber sevenleriyle buluşmaya hazırlanıyor. Buradan müjdesini vermiş olalım.
"Yaklaşık 6-7 yıldır eşimle beraber yurt dışına yerleşme planları yapıyorduk. Ancak hem şartlar oluşmadı, hem bir ülkeden diğerine taşınmak kolay olmadığı için ancak 2016 yılında bunu gerçekleştirebildik. Bir gün ben, eşim Ezgi, Bobo ve kedimizi de yanımıza alarak, arabaya atladık ve Berlin'e geldik. Bobo artık yaşı dolayısıyla uçağa binemiyor. Açıkçası eğlenceli bir yolculuk oldu. Hatta üç gün süren yolu "keşke daha uzun tutsaydık" diye düşündüğümüz bile oldu ama bir şekilde yola çıktı mı hedefe varmak istiyor insan.
Sevdiğimiz için, Berlin’i tercih ettik. 2010 yılından beri neredeyse her sene geliyorduk ve uzun süreler kalıyorduk. Burada belli bir çevremiz vardı. Bu nedenle yerleştikten sonra zorlandığımızı söyleyemem…”
“Bazı kurallara alışmak elbette zaman alıyor. Yani ilk olarak çöp ayrıştırmadan bahsedebilirim. Biz İstanbul'dayken de çöplerimizi mümkün olduğunca ayrıştırıyorduk ama Almanya'da bu iş daha kapsamlı. Ve her apartmanın her bir evsel atık için ayrı ayrı çöp kutuları var. Biz ilk taşındığımızda mobilyaların kartonlarını kağıt çöpüne attık ama hepsi sığmadı. Biz de Türkiye'de hep yapıldığı gibi sığmayanları kağıt çöpünün yanına dayadık. Ertesi gün çöpçüler geldiğinde alırlar diye. Ve fakat bizim kenarda duran kartonları kimse almadı. 1-2 gün de durdu orda. Biz de neden almıyorlar falan derken meğer çöp kutusunun içine atmazsak asla alınmayacağını öğrendik. Üstelik kutunun içine mümkün olduğu kadar ufalayarak koymamız gerekiyormuş. Neyse öğrenmiş olduk :)”
“Bunun dışında sıra beklemeyi öğrendik :) Türk insanı sırada sabırsızdır çoğunlukla. Almanlar ise sırada beklemeye bayılıyorlar :) İş ne kadar uzamış kimsenin umrunda değil. Bazen market kasasında kasiyer ve sıradaki teyzenin 7-8 dakika sohbet etmelerine şahit oluyoruz. İlk başlarda "Hadi abicim hadiii!" diye içimden söylenirken şimdi sallamıyorum. Ve anladım ki zaten dünyayı kurtarmaya da gitmeyeceğim marketten sonra. Biraz beklemenin kimseye bir zararı olmaz.
Türkiye’den farklı bir takım sosyal kuralları ve düzenleri var ama uyumlu olmayı istedikten sonra sizi zorlayacak bir durum söz konusu değil.”
“Farklı meslekler yapmak zorunda kalmasak da, denedik. Bir ara pazarlarda tezgah açtık. Keçeden ve ipekten şallar ve Ezgi'nin annesinin yaptığı el yapımı keçe çantalardan satmaya çalıştık ama çok satamadık! Olsun, insan yeni bir yere gelince yeni şeyler denemek istiyor. Sonuç olarak, mantıklı olanın en iyi bildiğim işi yapmak olduğuna karar verdim. Bu nedenle Kafa Dergisi ve BirGün'e çizmeye devam ediyorum.
Ezgi haftada bir gün Bavul Cafe'de çalışıyor. Bavul Cafe Berlin’de kolektif bir şekilde birçok insanın ortak çalışmalarıyla açıldı. Ve halen bir dayanışma halinde çalıştırılıyor. Sadece bir kafe değil aynı zamanda kültür ve sanat merkezi olarak işlev görüyor. Ben de haftada 1-2 gün, kahve çay içmeye, arada kütüphanesinden kitap alıp okumaya gidiyorum. Yakın zamanda benim de burada karikatür atölyeleri ve gösteri yapmak gibi planlarım var.”
“Memlekete göre, burada insanların daha kendi halinde yaşamalarını seviyorum. Berlin’de kimsenin umurunda değilsiniz ve bu harika bir özgürlük bence. Başınıza bir şey gelince görünür olduğunuz, onun dışında görünmez takıldığınız bir yer burası.
Bisikletle bir yerden bir yere gidebiliyor olmanız ve bütün şehrin bisiklet yoluna sahip olması, araçların asla o yollara girmemesi ise bir başka sevdiğim yanı. Öte yandan çok kozmopolit ve bu da sizi herkes kadar yabancı ve herkes kadar yerli yapıyor. Sevmediğim demeyeyim de Türkiye’ye göre kötü bulduğum sağlık sistemleri. Doktorlar sanırım daha az vakayla karşılaştıkları için ya mevzulara Türk doktorlar kadar hakim değiller ya da bir çözüm bulmak için illa ki dört - beş yol denemek zorundalarmış gibi davranıyorlar. Aynı şey veterinerler için de geçerli. Veterinerlerin bir iki tanesi dışında tamamı hafta sonu ve akşamları kapalı. Bazılarının çalışma saatlerini ise asla anlayamadım. Sabah 10’da açıp öğlen 12’de kapatan veteriner var."
Hayatlarını yazarak çizerek kazanan insanların, başka ülkede yaşarken mesleklerini yapmaya çalışmalarının zor olduğunu bizzat biliyorum. Avrupa belli ki daha farklı ama mesela Kanada'da sizin Türkiye'de ne olduğunuz kimsenin umurunda değil. Burada ne iş yapıyorsunuz, nasıl para kazanıyorsunuz, bu topluma nasıl katkı sağlıyorsunuz ona bakıyorlar. Bu yüzden merak edip Serkan Altuniğne'ye Bobo'yu Almanca'ya çevirmeyi düşünüp, düşünmediğini soruyorum. Verdiği cevaba kahkahalarla gülüyorum tabii ki;
"Yani düşünüyorum ama Bobocan'ı Almancaya çevirecek biri lazım. "Davuk, yuddum, göd gebertmece..." gibi Bobo kelimelerini Almancaya nasıl çeviririz bilemiyorum. İngilizcesi daha kolay. Zaten bir sürü kedi köpek sahibi Amerikalı, İngiliz vs. "Goob morning, Vat da heck!" falan diye konuşturuyor hayvanlarını yıllardır sosyal medyada. Almanına denk gelmedim ama hiç! Önce İngilizceye çevirtmek daha iyi bir fikir olabilir."
Son olarak Almanya'da yaşayan yeni nesil Türklerin çokça şikayet ettiği, en son geçtiğimiz ay grafiker Esra Gülmen'in üzerine sergi açtığı, "Aaa! Hiç Türk'e benzemiyorsun?" klişesine maruz kalıp kalmadığını da Altuniğne'ye soruyorum.
"Evet maalesef, bu lafı çok duyuyorum ve en sinir olduğum şeylerden biri. İçinde gizli bir ırkçılık barındırıyor. Nedir yani görünüş olarak Türk veya Türkiyeli olmak birisi açıklarsa çok sevineceğim. Ya da bunu hal tavır için mi söylüyorlar? Avrupalılar zannediyorlar ki Türklerin, örneğin İsveçliler gibi genel bir tipi var. İsveçliler çoğunlukla sarışın, renkli gözlü, uzun boylu olur ya... Anadolu, etnik ve kültürel köken olarak çok zengin bir yer olduğu için, tabii ki Türkler birbirine benzemiyor. Burunlarının dibindeki ve üstelik uzun yıllardır insanlarıyla birlikte yaşadıkları ülke hakkında hiçbir şey bilmeyecek kadar cahil insanlar var aralarında... Bu durum açıkçası biraz sinirlerimi bozuyor."