Karantina döneminin bana kazandırdığı alışkanlıklardan biri de bol bol podcast dinlemek oldu. Tenis topu gibi memlekette yayınlanan podcastlerle, Kanada'da yayınlananlar arasında gidip geliyorum.
Burada en çok dinlediğim, CBC Radyo'nun Writers&Company podcasti. Sunucu Eleanor Wachtel'in 30 yıldır misafirlerini ağırladığı bu radyo programı podcaste çevrilince, biz de yılların hazinesinden faydalanır hale geldik.
Geçenlerde dünyaca ünlü Polonya asıllı Amerikalı yazar Eva Hoffman'ın zaman ve dil üzerine şahane tespitler yaptığı bir bölüme denk geldim. Hoffman ile Wachtel bu söyleşiyi 2010 yılında, Hoffman'ın kitabı "Time, an examination of the ever-changing nature of time in modern life. (Zaman, Modern dünyada zaman kavramanının değişen doğası üzerine inceleme)" yayımlandıktan sonra gerçekleştirmiş.
Hoffman'ın 1989'da yayımlanan ilk kitabı "Lost in Translation (Tercümede Kaybolmak)" ise yazarın savaş sonrası Krakow'da geçen çocukluğunu, 13 yaşında ailesiyle Kanada'nın Vancouver şehrine, daha sonra da üniversite için Amerika'ya göç etmesini, bu göçler sırasında yaşadığı zorlukları ve çektiği acının hikâyesini anlatıyor. İleriki yıllarda bu zorluklar ve acı ona başarılı edebiyat kariyerinin kapısını açacak, hem ödüllü romanlara imza atacak, hem de The New York Times'ın 10 yıl editörlüğünü yapacaktır.
Amerika'da 20 yıl yaşadıktan sonra Londra'ya taşınan ve halen de orada ikamet eden Hoffman'ın birden çok kere gerçekleşen göç hikâyelerinde, zaman ve dil üzerine edindiği deneyimlerden beni etkileyen notları sizinle paylaşıyorum. Özellikle dille ilgili söylediklerine birçok göçmenin empati kuracağına eminim.
- Küçüklüğümden beri zamanın akışıyla ilgili bir farkındalığım oldu. Bu yaradılışımla ilgili bir şey miydi, yoksa İkinci Dünya Savaşı'nın ve Yahudi soykırımının hemen ertesinde Polonya'da yaşamakla ilgili miydi bilmiyorum.
- Etrafımızda ölüm vardı. Çocuk olarak bile bunu hissedebiliyorduk. Krakow'da zamanın sonu, insan hayatının sonu, elle tutulur, gözle görülür bir gerçeklikti.
- Kuzey Amerika'ya taşındığımda, zamanın farklı kültürlerde farklı aktığı bilincine vardım. Çocukluğumun Polonya'sı, Kanada ve Amerika... Her birinde zaman kavramı benim için farklı gelişti.
- Diğer Batı Avrupalılarla konuştuğumda benzer deneyimi yaşadıklarını öğrendim. Savaş sonrası hayat daha yavaş akıyordu. Bunun bir nedeni, bu toplumların neredeyse kan dolaşımlarının durması ve ekonomilerinin iflas etmesiydi.
- Yapılacak bir kariyer yoktu. Kazanılacak bir servet yoktu. Acele etmeyi gerektirecek bir durum yoktu. İnsanlar tekrar hayattan zevk almanın yolunu bulmaya çalışıyor, akışa göre hareket ediyorlardı.
- Masa etrafında arkadaşlarla uzun bir sohbet edebilmek, kendi başına değerli bir deneyimdi. Tesadüfi, kendiliğinden gelişen karşılaşmalar meşguliyetti.
- İnsanlar kaderlerini kabullenmişlerdi ve geleceği pek de düşünmüyorladı.
- Savaş sonrası Kuzey Amerika'ya geldiğimde, hayatın daha hızlı aktığını gördüm. İnsanlar daha çok çalışıyordu ve zamanı verimli kullanmakla ilgili bir endişe vardı. Amerika'da günümü planlamayı, disiplinli olmayı ve zamana değer vermeyi öğrendim. En çok da hayatımızı oluşturan birçok unsur gibi zamanın da kültüre göre yapılandırıldığını...
- Şu anda yaşadığım Londra ise arada bir yerde. Çalışmak ve geleceği planlama düşüncesi İngilizler'in kültüründe var. Ama hayattan zevk almak da var. İngilizler zaten rahatlıklarıyla, soğukkanlılıklarıyla, olaylar karşısında savunmasız yakalanmamalarıyla bilinirler.
- Kitabı biraz da kendi zaman kavramımı çözmek için yazdım. Zamanın kültürel yapılandırılması her yerde değişiyor. Günümüzün dijital çağında zaman küçük parçalara ayrılmış. Günlük hayatımızda bu farklı zaman türlerine ihtiyacımız var. Bazen olayları oluş hızıyla kabullenmemiz ve teslim olmamız, bazen de zamanı verimli değerlendirmemiz ve bundan keyif almamız gerekir.
- Zamanı yenemezsiniz ancak ona uyum sağlayabilirsiniz. Her gün belli bir miktarda uyku uyumanız gerekir mesela. Uyku az uyuyarak, zamanı kandırmak mümkün değildir. Gün içinde daha az verimli olursunuz. Aynı anda birçok şey yapmaya kalktığınızda da beyin yavaşlar. Çünkü beynin bir aktiviteden diğerine geçmesi için zamana ihtiyacı vardır. Birçok şeyi aynı anda yapanlar, deneyimlerinden de bir şey anlamaz.
- Polonya'dan ayrılmak benim tercihim değildi. 13 yaşındaydım ve oradaki hayatımı seviyordum. Vancouver kültürel şoku yaşadığım ilk yer oldu. Dilimi ve ilk dünyamı kaybetmenin şoku büyüktü.
- O yıllarda, Vancouver ve Krakow gibi birbirine taban tabana zıt başka iki şehri hayal etmek bile mümkün değildi. Krakow tarihi şehir merkezi, yaşanan acıların kovaladığı geçmişiyle neyse, Vancouver yeni kurulan bir şehir olarak tam aksiydi ve yüzü geleceğe bakıyordu.
- Kanada'ya toplu yapılan bir göçün parçası değildik. Çok yalnız bir göçtü. Deneyimlerimi paylaşabileceğim kimse yoktu ve ebeveynlerim yeni hayatlarına adapte olmakla meşguldu.
- Dile yatkın bir çocuk olsam da İngilizce'yi öğrenmem zaman aldı. Yeni bir dil öğrenmekten, o dilde kitaplar okumaktan zamanla zevk alır hale geldim. Ama o seviyeye gelene kadar dilsiz kalmış gibiydim. Bu sizi toplumdan izole eden bir durum.
- Bu dilleri kıyaslamak değil. Ana dilinizle, diğer dilleri karşılaştıramazsınız. Lehçe konuşurken evimdeydim, o dilin içinde yaşıyordum. Deneyimimi dile getirebiliyordum. Algıladığım şeyleri tanımlayabiliyordum. Başka bir dilde hepsi kayboldu.
- Yersiz, yurtsuz ve dilsizdim. Lehçe Kanada'da lüzumsuzdu, bir işe yaramıyordu. İngilizce'de de kendimi ifade edebilmem uzun sürdü.
- Dil, bizi şekillendiren ve dış dünyayla bağımızı kuran bir enstrüman. Aynı kültür gibi bizi yapılandıran, bizi biz yapan bir unsur. İlk kitabım "Lost in Translation"ın ilham kaynağı bu deneyimdir.
Podcasti dinlemek için tıklayınız.