"Aman kaçtın, kurtardın kendini!" lafını herhalde sizler de benim gibi defalarca duymuşsunuzdur. İnsanlar yurt dışında yaşamanın birçok avantajı olduğunu düşünüyor. Yeni kültürler tanımak, yeni insanlarla tanışmak, yabancı bir dili daha iyi konuşuyor hale gelmek... Yalan değil. Ama zorlukları da çok fazla. Özellikle ilk zamanlarda... Bu aralar çok düşünüyorum bu konuyu... İçimi dökeyim, dedim.
Hayır, asla. Geçen hafta yaşanan çığ felaketi ve uçak kazası sonrasında hissettiğim üzüntüyü anlatamam. Ne gariptir ki, insan ülkesinden uzaklaştıkça, felaketler karşısında yaşadığı acı ve çaresizlik katlanarak artıyor. İşi güçü bırakıp, Türkiye saatiyle yaşamaya başlıyor, gelişmeleri anbean takip ediyoruz.
Sadece felaket durumlarında olmuyor bu. Seçim olur, sabahın köründe toplanır, afyonumuz patlamadan politik muhabbetlere dalarız. Tuttuğumuz takımın maçı olur, yine sabahın köründe gözümüz açılmamışken kendimizi tezahürat yaparken buluruz.
Kısaca kurtulmadık. Arafta kaldık. Ne oradayız, ne burada... Ya da hem oradayız, hem burada!
Kalbinin memlekette, bedeninin gurbette olması her bakımdan zor ve yorucu bir süreç. Bilmediğin bir kültüre alışmak, ana dilin olmayan bir dilde iletişim kurmaya çalışmak, araba kullanmaktan tut, çöp ayırmaya kadar her şey mücadele... Biri sizi bayır aşağı itiyor, sürekli düşüyorsunuz ama yere çarpmıyorsunuz. Bu da, insanı depresif bir ruh haline sokabiliyor.
Çok merak ediyorum, sizin 2019’da en çok dinlediğiniz 5 şarkı hangisi? Spotify’ın Aralık 2019’da yayınladığı kişiye özel listelerden bahsediyorum. Benimki şöyle; 1. Gelsin hayat bildiği gibi gelsin, Ceza 2. Katil&Maktul, Yüksek Sadakat 3. İstanbul’dayım, Nil Karaibrahimgil 4. Gidelim buralardan, Nazan Öncel 5. Sor bana pişman mıyım?, Duman.
Geçen gün kızımın oyunculuk öğretmenine bir şey danıştım ve bana dedi ki, "Ayşe! Burada Türkiye’deki cool versiyonun olmaya çalışma. Çünkü olamazsın. Olmak istiyorsan Türkiye’ye dön." Bu lafın üzerine Kanadalı arkadaşlarımın yanında kendimi yukarıdan izlemeye başlıyorum. Öz güvenim az, cümle kurarken gramer hatası yapacağım diye tedirginim, karşımdakinin dediğini eksiksiz anlamak için dikkat kesilmiş durumdayım. Hazır cevap değilim, komik değilim, cool hiç değilim. Türkiye’de ne isem, burada onun tam tersiyim. Üstelik İngilizce bildiğim halde böyleyim.
Kızımın hocası konuşmama taktığım sürece kendim olamayacağımı söylüyor ve iç güdülerimle hareket etmemi öneriyor. Sonra benden Türkçe konuşmamı istiyor. Tek kelime Türkçe bilmeyen insana beden dilimle söylediğimi yaptırabildiğimi görünce şaşkına dönüyorum. "Gördün mü?" diyor bana "Senin istediğini yapmak için kelimelere ihtiyacın yok. Sen çocuklarını alıp yeni bir yaşam kurma cesaretini göstererek buralara gelmişsin. Bir iki gramer hatası mı takıldığın?" Bu cümleler bana çok iyi geliyor ve hepimiz için geçerli.
Sen onlara yabancısın, onlar sana! İnsanların ülken hakkında, kültürün hakkında hiçbir şey bilmediği bir yerdesin. Çoğunluk değilsin. Göçmensin, yeni gelensin! Ve öyle değilmiş gibi davranmak çok yorucu!
Bir gün selam veren, ertesi gün kafasını çevirebiliyor. Hiç kimse kollarını açıp, seni tanımaya çalışmıyor. Zamanla elbette değişiyor. Bir yerde iki yıl yaşamakla, 20 yıl yaşamak farklı şeyler...
Bak şimdi! "Başka dilde başka birisin", dedik. "Yabancısın", dedik. Üstüne "Hiç kimsesin", diyorum. Memlekette doktor olman, gazeteci olman, avukat olman kimsenin umurunda değil. Herkes burada ne olduğunla ilgileniyor. Burada bir şey olmak da, öyle kolay iş değil. Ama imkansız da değil. Elbette genç yaşta göçenlerden bahsetmiyorum. Gençlerin adaptasyonu her konuya olduğu gibi göçe de kolay oluyor.
Off of! Duygusal bir savaş bu ve kendinle... Matematik denklemindeki tüm değişkenler değişirse, sonuç da değişir. Hayatınızdaki her şey, hava, su bile değişmişken sizin aynı kalmanız mümkün mü? Kendinle itiş kakış, kız, affet... Nereye kadar? Yaraların kabuklarını kaç kat soysak yeter? Deriyi ne kadar inceltsek kafidir? Kendinle o kadar çok baş başa kalıyorsun ki, kendinden sıkılıyorsun.
Öte yandan çok zorlansak da, bu yolculuğa insanın evinde, konfor alanında çıkmasının mümkün olmadığını biliyoruz. Hz. Mevlana’nın dediği gibi "Yola çıkana, yol görünür."
Martı sesinden anne sesine, sokaklardaki kalabalıktan Boğaz’ın tuz ve yosun karışımı kokusuna, arkadaşlarla rakı sofrasından döner ayrana! Her şey de özlenir mi be?!
Siz de bazen en yakınlarınızla bile bambaşka gündemlere sahip olduğunuzu görüp şaşırıyor musunuz? Fiziken zaten uzaktasınız ama kafa olarak da uzaklaşabiliyorsunuz. Siz kat kat kabuklarınızı atarken, mesela bir arkadaşınızın yaşadığı bakıcı problemi size artık bir problem gibi gelmiyor. Zira bulunduğunuz ülkede bakıcı yok. Zorluk kriteriniz, öncelikleriniz değişiyor, bazı konularda empati yapamaz hale geliyorsunuz.
Bırak bakıcıyı, aile desteği yok. Arkadaş desteği yok. Yeni arkadaşlar edinmek ve onların oturması en az birkaç yıl. Arkadaşından da alabileceğin destek belli. Çünkü o da mücadele halinde... Hoop! Döndük mü yine bu yolun tek başına yolcusu olmaya...
Geldik de iyi mi ettik, tekrar okul okusak burada işimizi yapabilir miyiz, bu yaştan sonra tekrar okula mı gideceğiz, imkanlar ne kadar yetecek, çocuklar için iyi de, ya biz ne olacağız? Bilinmezliklerle dolu yeni bir hayat bu. Yeni gelenlerin çoğunun bu kaygılarla boğuştuğuna eminim. Bu sorular benim beynimin kapılarını art arda çaldığı zaman içeri buyur etmemeye gayret ediyorum. Bir kere kapıyı açtın mı, kardeşleri de içeri doluşuyor ve kaygı denizinde boğulacak duruma geliyorsun. En temizi bilinmezliğin tadını çıkartarak yolumuzda yürümeye devam etmek. Bunun her zaman ödülü olacağına inanıyorum.
Zorlukları konuştuk diye bu yazı sakın moralinizi bozmasın. Tam tersi hepimizin benzer şeyler yaşadığını bilmek iyi gelir, diye düşündüm.
Göç, hepimizi başka hiçbir şeyin değiştiremeyeceği şekilde değiştiriyor. Zorlanmak, hayatımızın en büyük öğrenme sürecinin tadını çıkartmamıza ve başardıklarımızla gurur duymamıza engel değil.