Aynı dili konuşan insanlar değil, aynı duyguyu hisseden insanlar birbirini anlar.
Mevlana Celaleddin Rumi
Diyeceksiniz ki dört bir yanımızı Covid sarmış, hayat hiç olmadığı kadar pahalanmış, elektrik faturaları can yakmış, başka derdimiz kalmamış, sen bu hafta "aşk" mı yazıyorsun? Evet. Gündemin ağırlığından ezildiğimiz, hayatımızdaki basit, sıradan ama önemli olan şeyleri çoğu zaman ihmal ettiğimiz ya da varlıklarını garanti olarak kabul ettiğimiz için, Sevgililer Günü'nü de bahane ederek, bu hafta müsaadenizle aşk yazıyorum.
Geçtiğimiz gün erkek arkadaşımla bir fotoğrafımı gören 17 yaşındaki kızım şöyle diyor; "Ayyy anne çok tatlısınız. Yaşlı insanların aşık olmasına bayılıyorum." İltifata mı uğruyorum, hakarete mi çok anlamıyorum. "Sensin yaşlı!" diyorum gülerek. Yıllar geçerken ve ben yaşımızın ilerlediğini hiç fark etmezken, kızımın bizi "yaşlı insanlar" olarak gördüğü gerçeği önce beni bir sarsıyor. Sonra düşünmeye başlıyorum, hayatımın belli dönemleri arasında yolculuklara çıkıyorum, sonunda "Oh be! Yaşlandıysak da, iyi ki yaşlanmışız" diyorum.
Vatan Gazetesi'nde çalıştığım yıllarda, sık sık koridorda rastlaştığımız Sevgili Leyla Umar'la ayaküstü şahane sohbetlerimiz olurdu. Beni çok severdi, işe onun gibi giyimime kuşamıma özen göstererek gittiğim için beğenirdi, röportajlarımı okur olumlu olumsuz eleştirilerini dile getirirdi. "İkizleri sevmeye getir bana" derdi. Arada konu aşka da gelirdi. "Allah hastalıklı aşk vermesin." derdi. Kendi evliliğinde vaktiyle yaşadığı çaresizliğe vurgu yapardı belki. Belki de o yıllarda benim de benzer bir çaresizliğin içinde olduğumu hissederdi. Bilemiyorum. Ama bu laf benimle hayat boyu kalmıştır: "Allah hastalıklı aşk vermesin."
Şimdi geriye dönüp baktığımda, o yıllarda aşkın benim için tanımının "acı" olduğunu fark ediyorum. Umutsuz bir ego savaşı. İlişkinin içinde bir kendini ispat ve kanıtlama çabası. Bir onaylanma, sevilme, istenme, takdir görme arzusu. Kendi değerini başkasının gözünden görecek kadar aptallaşma hâli. İnat. Kıvrandığını fark etmeyecek kadar büyük bir inat. Yıllarca ilişki terapistlerine giderek, hem para, hem vakit harcayarak boş bir aileyi kurtarma çabası. Üstüne ayrılık acısı. Kalp ağrısı. Boğazdan geçen küçücük bir lokmayı yutkunamayıp, o lokmanın boğaza takılıp potansiyel katil hâle gelmesi. İlk sevgili olduğumuz günlerde karında kelebekler uçuşmuş, aşkımızı İstanbul'un tüm taksi şoförleri duymuş, dünya fethedilecek sanılmış, birlikte kanatlanıp uçacağımıza inanılmış olabilir ama ne fayda... Son yerli film tadında: "Oradan bir aşk ver! Acılı olsun."
Hastalıklı aşkların tedavisi de zor ve ağır oluyor. Öfkeden kurtulamamak, hiçbir şeye güvenememek, tekrar ilişkiye girmeye korkmak, girdiğinde doğru yanlış kavramını kaybetmiş olduğun için kaza üstüne kaza yapmak... Yaralara yeni yaralar eklemek, derinleştirmek, iyice kanatmak... Çünkü içten içe layık olduğunun bu olduğuna inanmak. Kulağında dört kelimenin bir araya getirdiği, dört yüz kelime gücündeki o cümle: "Herkes hak ettiğini yaşar!"
Sonra göç... Uzaklara, kimsenin seni bulamayacağı, göremeyeceği, incitemeyeceği bir yerlere kaçmak, saklanmak. Dünyanın bambaşka bir yerinde 40 küsür yaşından sonra can parçan çocuklarınla yeni bir yaşam kurma çabası. Bilmediğin bir kültürün içinde, derin, yıllar süren bir yalnızlık, bir boşluk, bir hiç kimse olma hâli. O yalnızlıkla iyileşme, o hiç kimseliğin içinden tekrar kendini bulup çıkarma, doğruyu yanlışı tekrar ayırt edebilir hâle gelme hâli... "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" isimli kitabımın son bölümünde şöyle yazmışım:
"Yanımda sevdiklerim, kendimi güvende hissettiklerim olmayınca, nasıl da kendi gücümü keşfetmek zorunda kalıyorum. Dostlarımla dertleşerek dindirdiğimi sandığım yaralarıma, dönüp tek tek bakmak zorunda kalıyorum. Onları istenmeyen bir yabancı gibi görmekten vazgeçiyorum. Tanışıyorum onlarla.. "Sen neden olmuştun?" diye soruyorum hatta... Ah insan soru sormaya bir başladığı zaman, cevaplar nasıl şelale gibi önüne akıyor. Bazen cevabı hemen kendim söyleyebiliyorum. Bazen de düşünüyorum, düşünüyorum bulamıyorum. Ama kısa bir süre sonra yanıt, ya izlediğim bir filmdeki bir diyalogdan, ya da okuduğum kitaptaki bir metinden, ya da arkadaşımla yaptığım bir sohbetten geliyor. Yıllardır kabuk bağlayamayan yaralar, derine indikçe, teşhisi konuldukça iyileşmeye başlıyor. Artık biliyorum ki, o teşhisleri benden başka kimse koyamazdı. Sorun da biziz, çözüm de... Acılarıma baktıkça, kendimi tanıyorum, neyi niye yaptığımı anlamaya başlıyorum."
Bu yıl Kanada'ya göçeli beş sene olacak. Beş senedir bir ders gibi kendime çalışıyorum. Kanada'ya çıktığını zannettiğim yolun sonu kendime çıkıyor. İnsanın kendi değerini ancak kendinin belirleyebileceğini, mutluluğun başkalarının varlığı ya da yokluğuyla ilintili değil, içsel bir şey olduğunu, her yaşta özünü tekrar bulabileceğini, o öze ulaşınca kendine adeta bir format atarak, kendinin daha iyi ve yeni bir versiyonunu yaratabileceğini burada öğreniyorum. Hatalarımı kılavuz yapıyorum. "Bugün aynı şeyleri yaşasam nasıl davranırdım, neyi farklı yapardım?" sorularının cevabına çalışıyorum. Yıllar geçse de geriye dönüp bakmak, yine o acılı aşkı masaya sipariş etmek gibi oluyor ama oralara çalışmadan, öfkeden kurtulmadan, önce kendini, sonra karşındakini affetmeden de ileri bakılmıyor. Affetmek, kimsenin kimseyi isteyerek üzmediğini, herkesin ilişkilere sırtındaki paketlerle, öğrenilmiş gerçeklerle geldiğini bilmek omuzlarımı hafifletiyor."Gerisi elbette gelir." diyorum. Geliyor. Hem de en umulmadık zamanda.
Yıllar süren iyileşme sürecinden sonra aşk benim kapımı, pandemi döneminde, dünya nüfusunun çoğunluğu evlerine kapanmışken, en yoğun şehirleri kuş uçmaz kervan geçmez hâle gelmişken çalıyor. Babam fotoğrafçı ve eski İstanbul fotoğrafları koleksiyoneri olduğu için üyesi olduğum Nostaljik Vancouver Fotoğrafları grubunda karşıma 1955 yılında çekilmiş bir 8 mm'lik Vancouver filmi çıkıyor. Görüntüler, 10 yıl önce kaybettiğim babamın 8 mm'lik filmlerine benziyor. Tek fark babamın İstanbul'u çekiyor olması. Vancouver hiç olmadığı kadar gözüme güzel gözüküyor. Filmi paylaşan kişi, o yıllarda henüz dünyaya gelmediğini, görüntülerin anne ve babasının Macaristan'dan Kanada'ya yeni göç ettiği ilk aylarda 10 yıl önce kaybettiği annesi tarafından çekildiğini, filmde görünen genç ve yakışıklı adamın da 5 yıl önce kaybettiği fotoğrafçı babası olduğunu yazmış. Filmin altına yazdığım bir yorum üzerine tanışıyoruz.
Dünyanın birbirinden çok uzak noktalarında, bambaşka kültürlerin içinde doğup büyüdüğümüz halde içinde büyüdüğümüz ailenin, aile yadigarı eşyaların, evde pişen yemeklerin, yetişkinlikteki hayat seçimlerimizin, ilgi alanlarımızın ve hatta geçmiş aşklarımızın ne kadar benzediği ve paralellik gösterdiği konusunda şaşkına dönüyoruz. O da aşkın acılısını yaşamış, uzunca bir iyileşme sürecinden geçmiş ve acıdan güçlenerek, hatalarından ders alarak, kendinin daha iyi bir versiyonunu yaratarak çıkmayı başarmış.
İlk aylarda dil sorun oluyor. İngilizce konuşabilsem de, kendimi, duygularımı sürekli İngilizce ifade etmeye çalışmakta zorlanıyorum. Kendi dilimde esprili, enerjik, hazır cevap biriyken, İngilizce'de donuk, asla komik veya hazır cevap olmayan, farklı birine dönüşüyorum. Zamanla bu tutukluğumu üzerimden atıyorum. Beni şöyle kafamda rakı bardağıyla, bağıra çağıra Sezen şarkılarına eşlik ederken görse "deli" diyeceğini düşünüyorum. Demiyor, tam tersi çok seviyor. O zaman Rumi'nin meşhur sözü aklıma geliyor; "Aynı dili konuşan insanlar değil, aynı duyguyu hisseden insanlar birbirini anlar."
Şu anda bulunduğum yerde nihayet bir dinginlik var, huzur var, bir ekip, bir takım olma hâli var, anlayış var, güven var. Ve bunun yaşla, hayat deneyimiyle ilgisi olduğu kadar, kendimize çalışmakla, kendi değerimizi bilmekle, geçmiş yüklerimizden kurtulmak için gösterdiğimiz ve belki de hayat boyu göstermeye devam edeceğimiz çabayla da ilişkisi var. Buradaki ilk yıllarımda bu çabayı göstermemiş olsaydım muhtemelen "aşk" adı altında benzer mücadeleleri vereceğim, aynı kişilerin farklı bedenlerde vücut bulmuş haliyle karşılacaktım. Hayat bir mezura gibi, boyunuzun ölçüsünü alıyor. Siz neredeyseniz, hangi seviyedeyseniz karşınıza o seviyede bir insan çıkartıyor. Türk, Kanadalı, uzaylı hiç fark etmez. Aynı patern devam edecekti. Ben kendimi çözene kadar....
Geçen gün buzdolabını temizlerken, rafın arkasında kalmış küçük bir kavanozda ballı, limonlu, karabiberli, zencefil karışımı buluyorum. Covid'in ilk günlerinde göğsüm yerinden çıkarcasına öksürdüğüm için, göğsümü rahatlatsın diye yapmıştı sevgilim. Gözlerim doluyor. Hastalıklı aşklardan Hastalıkta aşk'a geçişimi kutluyorum içimden. Geç olsun, güç olmasın. Tarafımız belli! Tarafımız ballı, limonlu, karabiberli zencefil. Hayatın tüm zorluklarına rağmen bu gün ballı, limonlu zencefil içinizi ısıtsın, bugün "aşk" kazansın.