"Bugün Ersin'le fani dünyada son günümüzdü iki yıl önce. Asi ruhlarımızın her gün ayrı heyecanlar, yeni gülüşler, öpüşlerle yükselip hep ama hep birbirine tutunduğu 23 yıllık öykü... Bir kalp durdu diye bitmiyor elbet.
'Yaşanmışlıkların şerefine' diyorum hayata... ama küsmeden... ama buruk... ama sonsuz bir özlemle, o muzip bakışlı gözlerine ve aşkla sarmalayan kollarına."
Yazmış twitter'a…
Daha önce birkaç kez hikâyesini yazmayı teklif etmiştim.
Çok kibarca beni geçiştirmiş, lafı ustalıkla değiştirmişti.
Konuşmak zor geliyordu, elbette.
Anlıyordum.
Ama Twitter'da on binlerce kez paylaşılan bu tweet'ten sonra, hikâyesinin kaleme alınmasının vaktinin geldiğini düşündüm.
Aradım hemen, dedim ki "Bu sefer konuşacağız. Ben sorayım, sen anlat."
"Tamam" dedi. "Ersin için konuşalım. Ben vazgeçmeden hemen sorularını yolla."
İrep Güner Çakır'ı televizyon haber izleyicileri çok yakından tanır.
1995 Eylül'ünde Show Haber'de başladı muhabirliğe, ekranlarda fırtına gibi esti. Seldi, depremdi, toplumsal olayların göbeğindeydi.
Cevval bir muhabir olarak Filistin-İsrail İkinci İntifada'da, Afganistan Savaşı'nda, Irak'taydı. Haberi evimize taşıyan kişiydi. Birçokları için evin kızı gibiydi.
Ekranlardan göremediğimiz biri vardı arkasında...
Haber kameramanı diğer bir cevval kişilik Ersin Çakır.
Önce iş arkadaşlığı, sonra hayat arkadaşlığı...
Büyük bir aşk.
Birlikte hem sayısız işe imza attılar, hem dünyaya getirdikleri Yunus, Mercan, Ceylan ve Ersin'in büyük oğlu Efe ile birlikte güçlü, şahane bir aile kurdular.
Türkiye'de emeklerinin karşılığını alamadıklarını düşündükleri noktada Kanada'ya göç etmeye karar verdiler.
Zamanla düzenlerini kurdular.
Derken bir gün kötü haber geldi.
İrep üç ay içinde Ersin'i kollarında kaybetti.
Kanada'da dünyanın öbür ucunda, üç küçük çocukla yalnız başına...
Bu hafta Turkish Voice of Canada / Kanada'nın Türkçe Sesi'nin kurucusu, çalışkanlığına azmine hayran olduğum, muhteşem kadın İrep Güner Çakır'ın öyküsünü dinliyoruz.
- Göç etme nedeniniz neydi?
Çok yorulmuştuk. Çalışmaktan, kendimizden çok çevremizdekilerin iyiliğini düşünmekten. Parayı hiç sevmediğimiz halde parayla sınanmaktan. Emek hırsızlıklarından. "Para puşta yakışır" diyen bir erkek ve "Bize zaten fırtınanın patladığı kayalıklarda öpüşmek yakışır" diyen bir kadın. Refahın değil birlikte alınacak nefesin derdinde bir çifttik. Yeter ki doğada olalım. Yeter ki birlikte olalım…
- Kanada fikri nasıl ortaya çıktı?
Bir akşam Beyoğlu'nda çok yakın aile dostumuz bir çift ile masada birbirimize baktık. Benzer hayal kırıklıklarını yaşıyorduk. "Kanada'ya gidelim" dedi arkadaşımız. "Gidelim" dedim. Ersin bir rakı kadehine baktı, bir bana. O muzip bakışıyla başını da yana eğdi, tarttı beni. Ertesi hafta başvurumuzu hazırlamaya başladım. "Self employed" adlı kategoriden, "World Class TV Reporter and Producer / Dünya Çapında Televizyon Gazetecisi ve Yapımcı" portfolyom ile yolladım başvuruyu.
- Ersin ne dedi?
Ersin tek bir söz etmedi, yalnızca imzasını attı. 15 gün sonra Kanada'dan "Başvurunuz alındı, dosyanız Ankara'da işlem görecek" e-postası geldi. Sonra unuttuk bunu zira hayat çok hızlı akıyordu. Bu sırada en küçüğümüz Ceylan doğdu. Sonra birden annem öldü. Hayata küstüm, çalışamadım. Ve bir gün "Dosyanız onaylandı, sağlık kontrolüne gidin" e-postası düştü önüme. Mülakata bile çağırmamışlardı. Şaşkınlıkla Ersin'e koştum. Öylesine bitkindi ki ekonomik krizin üzerimize yığdıklarından "İlk kez onayım olmadan bir şey yaptığına bu kadar sevindim. Haydi gidiyoruz." dedi. Annemin bu yolu bize hazırladığını hissettik hep…
- "Kanada'da nasıl mesleğimizi yaparız." diye sorguladınız mı?
Ersin benim mutlaka mesleğimi yapmamı istiyordu. İngilizcem, Fransızcam ile dünya üstünde kendimi ifade edemeyeceğim yer çok az. Daha önce Avusturalya ve İsviçre televizyonlarına çalıştım. Türkiye'de büyük sosyal sorumluluk projeleri yönettim. Burada uluslararası STK'larda çok başarılı olacağımı düşünüyordu. Yeni bir hayatın temelini atmak için bana güveni 10 üzerinden bindi yani. Ancak ben başka bir hayaldeydim.
- Neydi o hayal?
İstediğim kadar "İrep" olmak istiyordum, yüklerinden arınmış, kendini insanlara istediği kadar anlatacak ya da anlatmayacak olan yeni bir İrep. Ersin çocuklara bakmanın, balık tutup uçsuz bucaksız doğada kaybolmanın tadını çıkartmak istiyordu. Paramız kıt, yaşamımız bol olsun diyorduk. Ersin Göreleli'dir. Kökleriyle bağı sağlamdır. Ben ise hep dünya vatandaşı hissettim kendimi, öyle büyütüldüm, öyle çalıştım. Çocuklarıma dört kelimeyi öğrettim hep; dürüstlük, vicdan, saygı, akıl. Bu kavramlara huzurlu ve adil bir yaşamın eklendiği bir ortamda yaşamak istiyorduk. Kanada bu hayaldi bizim için. Hislerimle konuştuğumda Kanada'nın bu hayalimi yalancı çıkartmadığını söyleyebilirim. Ancak nesnel yaklaştığımda Kanada'nın gerçekleri de gayet acıtıcı.
- Mesela..
İş açısından; ekmek aslanın ağzında, kurtlar sofrası! Tarihi, sosyal ve kültürel açılardan; daha kendi Yerli halkları ile imtihanını verememiş, eşitlik ve insan hakları açısından kendi ikiyüzlülüğünü temize çekememiş, nezaketinin altında içtenliğini kaybetmiş bir ülkenin gölgesi var. Ama çabalıyor değişmek için. İşte tam da bu çaba bana hayalime en yakın ülkeye geldiğimi hissettiriyor. İhtiyacınız olduğunda sosyal devlet en büyük desteğiniz ancak ben Kanada'da kapitalizm dişlilerinin bu kadar sert öğütücü olmayacağı gibi naif bir düşünceye sahiptim. Yanılmışım.
- Geldikten sonra ne tür zorluklar yaşadınız?
Aileden, arkadaşlardan gelen her telefon aynı soruyla açılıyordu; "Nasıl, alıştınız mı?" Hepsine gülerek; "Asıl Kanada bize alışsın." diyorduk. Şaka bir yana eğer dil biliyorsanız, "sistem" kelimesinin anlamı size uzak değilse, yaşamı kurmaya da o kadar yakınsınız. Ben adaptasyon becerisi sanırım normalin çok üzerinde bir insanım. Yine de iş bulmak öyle peri masalı gibi olmadı! Medyada, siyasette, STK'larda çok hızlıca üst düzey bağlantılar kurmama rağmen, hiçbiri işe dönüşemedi. Çok şaşkındım. Ersin kızıyor, onlardan gerçekten iş beklediğimi söylemediğimi düşünüyordu.
- Söylüyor muydunuz?
Evet ama bir yandan da haklıydı. Gönlümde başka bir aslan yatıyordu aslında; şarap uzmanı olmak. Ontario Eyaleti'nde bir Tekel var LCBO adlı. Bildiğiniz, alkollü içecek satışının tek elden yapıldığı bir Tekel sistemi. Hayalim orada çalışmak, şarap satmak, sorumluluğu az, keyfi çok bir işle aileme bol "zihin" zamanı ayırarak yaşamaktı. İşte bu oldu. Saatine iki dolar daha fazla alabilmek için Noel dönemlerinde 22.00-07.00 arası depo-raf düzenleme vardiyasında çalıştım.
- Başka işler yaptınız mı böyle?
Şoför Nebahat şapkamla Uber yaptım, müthiş hikâyeler biriktirdim, iyi para kazandım. Arkadaş çevremizde bahşiş rekorunu elimde tutuyordum. Kendi şehrimizde tek kadın şofördüm, efsane oldum Uber'de. Ucu ucuna ancak denk geliyordu bütçemiz ama mutluyduk.
- Düzeniniz ne zaman oturdu?
İstanbul'da Demirciköy'de yaşıyorduk deniz ve ormanla iç içe. Burada da Toronto'nun Demirciköyü'ne gelmek istedik. Açtık haritayı önümüze; "Ontario Gölü şurada, burası orman, baksana tam şurası ne güzel görünüyor. Ah, babamın İngiltere'den getirdiği gömleği vardı Burlington marka, ne severdim." dedi Ersin. Ben lise yıllarımın Burlington çorap anılarıyla kıkırdadım. Haritada bir yer parladı adeta, seçiverdik Burlington'u. Ve yine sanki annem her şeyi ayarlamış gibi bizim için, sanki hep burada yaşamışız gibi kolayca kuruldu ve akıverdi hayatın düzeni.
- Kısaca anlatmak eminim çok zor ama Ersin'i tanıtır mısın okurlarımıza?
Türkiye'de özel televizyonlar ile birlikte televizyon haberciliğinin yeniden tanımlandığı dönemi başlatan ekiptendi o. Sinema-televizyon, fotoğrafçılık gibi bölümlerden mezun olan, çoğu master'lı, dünyayı tanıyan, anlayan, her habere bir kısa filmmiş gibi yaklaşan, bilgili, özenli haber kameramanları grubu. Ersin'in inanılmaz bir "gözü" vardı. "Mise au point", sektörde mezzopan olarak bilinen aynı kare içinde odağı bir objeden diğerine kaydırmayı haber çekiminde kullanan ilk kişiydi. Haberin temposunu düşürmeden içine sanat inceliği katabilen müthiş bir beceri ve birikim.
- Sizinki nasıl bir aşktı?
İki özgür ruhun fırtınalı aşkıydı bizimki. O, 15 kiloluk kamerayı sağ elinin iki parmağının ucunda havada çevirip omzuna koyduğu anda aşık olmuştum zaten! (İrep'in kahkahası çınlarken gözyaşları fışkırıveriyor burada.)
Ben televizyonda muhabirken karavanda yaşıyordum Yeşilköy'de. Doğma büyüme Ankaralıyım. İstanbul'da "ev"li yaşama Ersin'le geçtim. İniş çıkışlarımızı ve aşkımızı bizi tanıyan herkesin "efsane" dediği bir şiddette yaşadık. Ersin'in cenazesinin gecesinde bir arkadaşım; "Sizin aşkınızı yaşayabilmiş olmak için şu anda çektiğin acıyı katbekat yaşamaya hazırım." dedi!
- Hastalık haberini ne zaman aldınız? Hastalık tam olarak neydi?
"Bu öksürük canımı çok sıkıyor Ersin, neredeyse 10 gün oldu. Bir de çok zayıfladın bir anda baksana. Yarın doktoru arıyorum, lütfen itiraz etme!" dedim o gece. Başım göğsünde televizyon seyrediyorduk. İnce bir hırlama ama bir o kadar da sessizdi göğsü. Garip bir şekilde ürktüm. Bir gün sonra doktorun stetoskopun ardından bana bir anda dönen gözlerinde o ürkmeyi kat kat aşan duyguyu yakaladım; endişe ve panik. Son hızla röntgene gönderdi bizi, sonucunu bana telefonda aktarırken MRI randevusu ve bölgenin en önemli kanser hastanesindeki teşhis doktorunun randevularını ayarlamıştı bile. Kanada'da hepimizin yavaş işlediğinden şikayetçi olduğu sağlık sistemi bir acil durumda nasıl hızla işliyor gördük. Dördüncü evre küçük hücre akciğer kanseri çıktı karşımıza. En kötü hastalığın en kötü tanısı.
- Haberi aldığınızda bunun sonun başlangıcı olduğunu biliyor muydunuz, yoksa iyileşeceği konusunda umutlu muydunuz?
"Haha, Ersin'i kansere yedirmeyeceğim herhalde!" diye kendimden emin, gülümseyen bir cümlem vardı. "Şu güzelim sonbahar renklerinde son kez sürmüyoruz herhalde arabamızı ormanın içine sevgilim?" diyordum. Yine de yüreğim sıkışıyordu. Ersin; "Yaa, çok dert etme hepimiz öleceğiz bir gün." diyordu. Ama hiç ölümden konuşmadık. Hızla tedaviye başladık. Ben deli gibi okuyor, kanseri, düşmanımı tanımaya çalışıyordum. Banyodaki aynaya üç anahtar kelime yazdım rujla kocaman; umut, bilgi, istek. En önemli üç silahımız. Bir de kanserli hücrelerin karikatürize edilmiş resimlerini astım. Bakıp bakıp "Bunları mı yenemeyeceğiz?" diyebilelim diye. Ersin garip bir sakinlikte gülüyordu çabama.
Tedaviyi Türkiye'de olmayı düşünmediniz mi?
Küçük hücreli akciğer kanserinde tedavinin altı kemoterapilik ilk ayağı son derece standart. Burada, sosyal devletin tüm imkanlarıyla o tedaviyi almak akıllıca olacaktı. Öyle yaptık. Planımız altıncı kemo biter bitmez Ersin'in Türkiye'ye gitmesi ve orada daha kişisel bir planlama ile tedaviye devam etmesiydi. Bileti hazırdı, doktoru da.
- Durumu bir anda mı kötüleşti?
İlk üç kemoyu bitirmiştik. Kemonun ve sistemli olarak uyguladığımız kenevir tedavisinin umutla sonucunu bekliyorduk. İçimizin içimize sığmadığı bir hafta sonuydu. Cumartesi günü Küba'dan dönen arkadaşlarımız Mavi Akrep zehiri getirdiler "bir bakın, belki kullanırsınız" diye. "Kullansak mı Mavi Akrep'i, belki biz de gideriz Küba'ya" diye hayat dedikodusu yapıyorduk. Ersin memleketi Görele'de tutacağı balıkların hesabındaydı. Pazartesi doktordan gelecek telefona hazırlıyorduk kendimizi. Gece yarısı yattık. Tam sarılmak için kolumu attığımda bir anda öksürerek kalktı.
- Sonra...
Ondan sonrasını anlatmak çok zor. Gazeteci gibi anlatmamı istersen… Birden kan öksürmeye başladı. "Hastaneye gitmeliyiz" dedi. İlk kez gördüğüm bir bakış gözlerinde. Sonra her şey ışık hızında… 911'i aradım. Ve bir anda düştü kollarıma. Nasıl da hafiflemiş meğerse… Her yer kan. 911'in ucundaki sese yaşadığım her şeyi saniye saniye anlatıyorum, "Çabuk olun" diyorum ve Ersin'e kalp masajı yapıyorum. Ama kan durmuyor. "Çocuklar uyanmamalı" diyorum. Yunus uyumamış hâlâ, kapıda görüyorum siluetini, "Git 911'e kapıyı aç oğlum" diyorum. "Benimle kal Ersin" dediğimi duyuyorum her nefes arasında ve CPR'a devam ediyorum.
Ama biliyorum, bu kadar çok kanla ruhu da akıyor, gidiyor ellerimden. 911 ekibi devralıyor. Yarım saat uğraşıyorlar. "Bırakmayın" diyorum. Yunus arka sokakta oturan çok yakın doktor arkadaşımızı getiriyor bir koşu. "Geri gelmeli Ersin. Bitmemeli. Bırakamazsınız" diyorum. Onlar bırakmıyorlar ama Ersin'in fark ettirmeden yorulmuş olan bedeni bırakıyor artık. Çok sessisiz hepimiz… Daha bir saat önce nefesimiz değiyordu birbirine. Şimdi odada, durmuş bir kalbi nefesiyle ısıtmaya çalışan bir ben varım. Her düştüğümüzde kaldırmayı başarmıştık birbirimizi yerden, ne kolaydı aşkla, heyecanla el uzatmak birbirimize. Bu kez olmuyor. Kaldıramıyorum.
- Ah İrep! Bir komplikasyon mu bu? Ne olmuş o gece?
Doktorun; "Tedavinin başarısının yol açtığı bir felaket" diye tanımladığı korkunç bir durum başımıza gelen. Ersin'in sonucunu duyamadığı rapor müthiş umut verici çıkmış aslında. Tümör tahmin edebileceklerinin çok üstünde küçülmüş. Ancak tümör aortu da sarmıştı. Küçülürken bir boşluk bırakıyor damarla arasında. Ve o boşluk kanamanın başladığı yer. Başında üç cerrah olsa bile başladığında durdurulamayan, damarların ardı ardına patladığı bir kanama bu. "Neredeyse iki yılda bir ancak böyle bir vaka olur" dedi doktoru. Teşhis ile ölümü arası üç aycık.
- Çocuklar kaç yaşlarındaydı o zaman? Onlara nasıl verdin haberi?
Yunus14, Mercan 7, Ceylan 4 yaşındaydı. Yunus her şeyi yaşadı benimle zaten. Kalp masajı sürerken odasındaydı; "Grey's Anatomy'nin mucize sonlarından biri olamayabilir oğlum, hazır ol." dedim ona. Birlikte seyrettiğimiz bu dizi yaşam-ölüm dengesini en gerçekçi haliyle anlatıyordu hep ona. Ersin'i, kuzey karının sokağı silme kapladığı, sokak lambalarının ışığında tane tane belirip süzülen kocaman kar tanelerinin canhıraş çığlığımı bastırdığı o ölümüne sessiz sabaha karşı, cenaze evinin arabasına yolcu ettim. Sonra kızlarımızın yanına kıvrıldım yataklarında. Mercan uykusunda gülüyordu. Ersin gıdıklıyor, veda ediyor diye düşündüm. Sabah uyandıklarında dizlerime oturttum ikisini ve "Babanızın kalbi gece durdu, doktorlar geldi, çalıştıramadılar kalbini yeniden. Ona artık sarılamayacağız, dokunamayacağız." diye anlattım, artık Ersin'in fiziksel varlığı ile yanımızda olamayacağını.
- Psikolog desteği aldınız mı?
Annem öldüğünde bu ipuçlarını psikolog arkadaşım vermişti. Yoksa daha üç yıl öncesinde, onları büyüten anneannelerinin hep birlikte kahvaltıya oturacağımız anda fenalaştıktan sonra uçup gittiğini de anlatamazdım. Pazar gecesi çocukların öğretmenlerine durumu anlattım. "Çocuklar sizin tecrübenize emanet" dedim. Hepsi pazartesi sabahı okullarına gittiler. Acıyı kendi kelimeleri ile yaşadılar.
- Peki bu acıyı dünyanın öbür ucunda yalnız göğüslemek zor olmadı mı?
Türkiyem'in hiç tanımadığım insanlarının sevgisi ve desteğiyle sarmalandım, burada. Toronto'dan, komşu şehirlerden haftalarca yemek geldi evimize. Kanada'daki ve Türkiye'deki ailem, dostlarımız yalnız sevgilerini değil, rızklarını da paylaştılar. Onların yardımıyla geçirdim kritik bir süreyi. Kanadalılar'ın bu konudaki bakış açısı çok etkileyici. Arkadaşın hatta komşun seni ziyarete geliyor, bir çiçekle birlikte bir zarf bırakıyor. Sadaka değil. "Dur nefes al, neye ihtiyacın varsa kullan bunu, parayı düşünmenin zamanı değil" diyen içten ve hayatın gerçeğine dokunan bir yaklaşım.
Tüm bunlarla birlikte, Kuzey Amerika toplumunun özel yaşama duyduğu saygının bize bıraktığı kişisel mesafe bana çok iyi geldi. "Kocan öldü, baban öldü"nün getirdiği davranış kalıpları yok. Yas değil "yaşamı kutlamak" kavramını öğrettim çocuklarıma, kendime de "yaşanmışlıkların şerefine" dedim.
- Ne kadar güzel bir bakış açısı. Cenaze nasıl oldu?
Çok kalabalık. Ona, tüm yaşamına müthiş bir saygı ve özlem vardı. Bunu da Türkiye'den başka bir yerde yaşayamazdık. Çalıştığı ve hatta çalışmadığı kanallar bile andılar Ersin'i haber bültenlerinde. Yeteneği, işine saygısı, mesleğine kattıkları ve insanlığıyla çok şeyi hak ediyordu. Hakkını verdiler.
- Ersin'i andığın programda diyorsun ki "İnsan savaş alanlarında çocuk cesedi taşıyınca ölüme bakışı farklılaşıyor." Nasıl bir farklılık bu?
Yaşamın adaleti yok. İnsanoğlunun çekebileceği acının sınırı yok. Kalbin durup ruhtan kopacağı anın garantisi yok. Ölümün yaşı yok. Basit ama zihnime mıhladığım cümleler bunlar. Çünkü en kötülere şahit oldum. Ersin kollarımdayken yaşadıklarım çok büyük bir travmaydı. Ama ben sevgilisini kurtarmaya çalışan ilk yardım uzmanıydım o anda. Daha sonra 911 ekibinin boşalttığı odada göğsüne yatınca kavradım sevgilimin gittiğini. Ardından da çocuklarını sarmalayıp koruyacak anneye dönüştüm.
- Devam edecek gücü nasıl buldun kendinde?
Savaş alanlarından beni ruh sağlığı yerinde çıkaran hep metanetim ve dirayetimdi. Aynısını yaşadım Ersin'le. Ancak yine de insanın kendi depremi bu, başka hiç bir şeye benzemiyor. Ersin'in ölümü benim depremim, çocuklarımızın depremi. Yaralarımızı sarmaya koştular elbette ama yarılan fay benim içimde. Fayın içine düşüp kaybolacak da benim, çıkıp sağlam bir zemine basabilecek olan da. Ve benim üç çocuğun yeni başlayan hayatlarını kendi depremimle karanlığa gömme hakkım yok. Bunalıma girme, hayata küsme lüksüm yok. Ersin'e ve anneme en büyük haksızlığı yapmış olurum pes edersem. Tüm emeklerini boşa çıkarmış olurum. Ama tabii ki kolay olmadı.
- Anlatır mısın?
İş yerim bana "İstediğin kadar kadronu tutarım, sen çocuklarını toparla" dedi. Bir süre işsizlik sigortası kullanabildim. Ancak tek başına, üç çocuklu bir yaşamı o vardiyalarla yürütebilmem mümkün olmadı, işi bıraktım.
O güne kadar yaşadıklarımı adrenalinin etkisiyle atlatmış, gözlerimin ışığının sönmesine izin vermemiştim. Ama bir anda bitti adrenalin. Bir anda çaresizlik ve özlem duygularında boğuldum. Ağlamaya o zaman başladım. Ersin kendi deyişiyle benim "Ağlarken aynı anda gülebilmemin güzelliğine" aşıktı. O güzellik okyanusun dibindeydi artık. Maddi ve manevi tüm endişelerin getirdiği bu duygusal felç halinin bana hakim olmasına kısa bir süre izin verdim. Yasın evreleriydi, biliyordum. Ama kısa sürmeliydi. İyi bir zaman planlamasını yapmalı ve ruhumu da besleyecek bir işle yaşama tutunmalıydım hemen. Kendimi yetkin ve güçlü hissedeceğim bir alanda nefes almaya ihtiyacım vardı…
- Turkish Voice of Canada tam bu noktada ortaya çıktı sanırım.
Haklısın. Türkiye ve Kanada'daki meslektaşlarımın da desteğiyle bir anda "Ben Kanada'nın Türkçe sesi olabilir miyim?" diye sordum kendime. Turkish Voice of Canada, Kanada'nın Türkçe yayın yapan tek federal haber ve yayın ajansı olarak kuruldu böylece. YouTube kanalı olarak da görebilirsiniz ancak web sitesi ve tüm sosyal medya mecralarından ulaşıyor izleyicisine. Bir yıl önce başladı yayınlarım.
- Kanada'nın pandemi yönetimini senin yayınlarından izledik.
Sıcak haberin içinden gelen bir gazeteci olduğum için pandemi dönemi bana çok hayati bir kapı açtı aslında. Hızla çok kuvvetli bir izleyici ağı ve bağı oluştu. Önemli konuları uzmanlar, yetkililerle yaptığım röportajlarla işledim. Kanada'da Türkçe olarak daha önce hiç böyle bir yayın yapılmamıştı. Baharda ve yazın artık sorumluluğu da gittikçe artan yayınları bahçemden yapıyordum. Evimin içi ise üç çocuğun sorumluluğuyla kaynıyordu. İnsan üstü zorluktaydı inan. Haber çok kıymetli, çok emek, çok yatırım istiyor ve bu platformlarda ne yazık ki alıcısı oldukça az. Sonuçta YouTuber da değilim. Yaşamımı idame ettirecek parayı bir şekilde kazanabilmem mümkün olacak mı sorusuyla ve korkusuyla boğuşuyorum hala.
- Hedefin ne?
Dünyaya Türkçe yayın yapmak. Önceliğim Kanada ve Kuzey Amerika haberleri. Ancak bununla yetinmeyip dünyanın her tarafından ulaşılan, bilgiyi ilk ağızdan aktaran bir ağ kurmak istiyorum. Uzmanlar, kanaat önderleri, hikayesi olanlar benim kanalımda konuşsunlar istiyorum. Clinton'la, Chirac'la röportaj yapmışım zamanında, şimdi beni tutan ne ki? Eh, tutan bir şey var elbette; takipçi ve abone sayıları! Dijital dünyada gazeteciliği sürdürebilmenin, evin rızkını bu meslekten çıkarabilmenin önündeki en büyük zorluk bu. Ancak özgür ve özgün yayın yapan bu platforma destek olduğunuzda sürdürülebilirliğini sağlayabilirsiniz. Özellikle göçmen aileler ve topluluklar için entegrasyon hayati bir konu. Yaşama hakimiyetiniz bilginizle doğru orantılı artıyor. Doğru bilgilenmek ve zamanında haberdar olmak iki önemli rehber entegrasyon yolunda. İşte bu yüzden diyorum ki yaptığım işi görün, bana kulak verin.
- Sen bunu da başarırısın. Son sorum; ikinci senesinde Ersin'in hayatını nasıl kutladınız?
26 Ocağı 27'sine bağlayan gece yarısı benim travmam. Sabahı ise çocuklarımızın. Bunun onların gözünde takvimin acı sayfasına dönüştürmek istemiyorum. O yüzden "ölüm günü" yok sözlüğümüzde ama Ersin'le son geçirdiğimiz günü kutlamak var. Onun yaptığı usulde "baba köftesi" yemek var mesela. Birlikte dans etmek var. Fotoğraflara kederle değil, özlemle yoğrulsa da mutlulukla bakmak var.
Benim için 25 yıldır yaptığım gibi ona mektup yazmak var. El yazısı mektuplarımın tek satırına bile paha biçemem. Bir de Babalar Günü'nü özel bir gün olarak tasarladım. Uçan balonlar alıyor, içine Ersin'e mesajlar yazdığımız küçük kağıtları katlayıp koyuyor, şişiriyor ve onlarcasını birlikte uçuruyoruz gökyüzüne. Düşünsene Ceylan yazmayı bilmiyor henüz resim çizebiliyordu bu sene. Çok küçükler daha. Ancak duygularıyla hatırlayacaklar babalarını. Ben o duyguların gerçek, güçlü ve sevgi dolu olmasını istiyorum. Özlem de uçan balonlarla hafifleyebilse keşke…