Aile kavramını iki kere öğreniyoruz. Biri “doğal”, diğeri “kurgu”. Biri kendi ailemiz, diğeri ise okulun bize öğrettiği “aile”. Ders kitaplarında bol bol resmettiğimiz mutlu aile tablolarımız. Anne baba ve çocuklardan oluşan toplumumuzun en küçük birimi. Heteroseksüel, sağlam, anne babanın birlikte olduğu, Türk ve Sünni ailemiz…
İçine doğduğumuz aile ile okuldaki aile farklıysa eğer vay halimize! Birçok aile, birçok çocuk için “okul” tam bir cehennem olabiliyor. Çünkü okul öğrettiği ailenin ta kendisi! “Kutsal aile”ye atfettiği değerleri eğitime de atfediyor. Eğer “norm”a uymuyorsa çocuklar; eziliyor, hor görülüyor, yok sayılıyor. Aile çocuğunu okuldan korumak zorunda kalıyor. Farklı cinsel kimlik ve yönelimlere sahip çocuklar ve aileleri bu sorunu çok derin ve çok acı bir şekilde yaşıyor.
Eğitimle ilgili sorunlarımıza, çıkmazlarımıza değindiğim önceki yazılarımda, aileden yeşerecek değişime dair umuduma değinmiştim. İşte bu gücün, bu cesaretin en güzel örneklerini LGBTİ bireylerin ailelerinin örgütlenmeleri veriyor bize. 2013 yapımı Can Candan’ın yönetmenliğini yaptığı “Benim Çocuğum” belgeselinde anne-babaların çocuklarını anlama, destekleme sürecini bir eğitimci olarak kendime çok pay çıkararak izledim.
18 aylıkken kreşe başladığının ertesi günü okul psikoloğu tarafından çağırılan anne-babaya çocuklarıyla kızların “Sen kız değilsin”, oğlanların ise “Sen kızsın” diyerek oynamadıkları, bu yüzden kızlarına elbise giydirmeleri, kolye ve küpe takmaları söyleniyor. İlkokuldaki öğretmen “Çocuğunuz biraz şey, arkadaşları dalga geçiyor” diyor. Bir kız öğrenci okulda erkek kıyafetleri giymek istemediği için “anne ben burada nefes alamıyorum” diyor… Aileler yaşadıkları zor süreçte, okuldan destek almak şöyle dursun, çocuklarını okuldan almak zorunda kalıyorlar! Bir baba şöyle diyor: “Bir süre sonra öyle bir hale geliyor ki, okulların isimleri herkesten ve her şeyden daha önemli oluyor. Benim çocuğumun hayatından bile. Bir an önce okul sizden kurtulmaya çalışıyor.”
Tabii ki aileler okuldan vazgeçiyorlar, ama çocuklarından asla! LİSTAG’da (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks Aileleri ve Yakınları Grubu) örgütleniyor, mücadele ediyorlar. Başka ailelere de destek olabilmenin yollarını arıyorlar. Meclise gidip haklarını arıyorlar. Yıl 2013. Dönemin Aile Bakanı “eşcinsellik hastalıktır” açıklamasını yapmış. Ne gam! Ellerinde pankartlarıyla Onur Yürüyüşü’ne katılıyorlar.
Bir diğer değerli yapım Barış Sulu’nun yönetmenliğini yaptığı “Dikkat! Okulda Trans Var” belgeseli, eğitim alanına ışık tutmuş. Trans bireylerin deneyimlerini dinleyince okulun bu çocuklara ne kadar zarar verdiğini ne çıkmaz yollara sürüklediğini bir kez daha anlıyoruz. Okulda acı çekiyorlar, soyunma odaları onlar için korkutucu, zorbalık, dalga geçme had safhada ve en acısı kimse onları korumuyor! Sağlık Bilgisi Dersinde AIDS konusu işlenirken sınıfın trans öğrenciyle dalga geçmesine müdahale etmeyen öğretmen, trans olduğunu açıklayan öğrenciye “sen sapıksın” diyen okul müdürü, “istersen değişebilirsin, bunlar geçici, etek giy, makyaj yap” şeklinde tavsiyeler vererek “yardım” etmeye çalışan rehber öğretmen!..
Görünen o ki, örgütlü bir şekilde hak temelli, kapsayıcı eğitimi kurmamız gerekirken, örgütlü bir şekilde bu öğrencileri dışlıyor, yok sayıyoruz. “Norma” uymayanları, okula adım attıkları andan itibaren, kullandığımız dille, heteronormatif okul pratiklerimizle, müfredatımızla, ders kitaplarımızla, yetersiz rehberlik hizmetlerimizle, zorbalığa göz yumarak, adım adım kuşatıyoruz.
Nasıl mı? Cevap, Dr. Müge Ayan’ın kaleme aldığı, öğrenci, öğretmen, aktivist ve uzmanların yer aldığı bu alanda örnek bir projenin ürünü olan “LGBTİ Hakları için Eğitim Stratejileri: Sahadan Anlatılar ve Gözlemler” raporunda… Rapor, anaokullarındaki kız ve oğlan oyun köşeleri, ders kitaplarında yansıtılan keskin “kız”, “oğlan”, “kadın”, “erkek” rolleri, öğretmen ve idarecilerin farklı cinsel yönelim ve kimlikleri etiketleme ve müdahale etme gibi sorunları sahadan örneklerle gözler önüne seriyor. Bu noktada tüm bunların altında yatan asıl nedenin toplumdaki farklı cinsel kimlik ve yönelimlere alan bırakmayan, sadece kadın ve erkek olmak üzere iki cinsiyetin bulunduğu varsayımı olduğunun altını çiziyor.
Raporda sorulan iki temel soru, çözümü de içinde barındırıyor. “Eğitim sürecinin aktörleri, LGBTİ’lere yönelik ayrımcılıkla mücadelede nasıl donanımlı hale gelebilir? Tüm varoluş biçimlerini içeren, daha adil, eşitlikçi ve “içermeci” bir eğitim ortamı nasıl kurgulanabilir?” Bu iki önemli sorunun ardından akla şu soru geliyor? “Nasıl yapacağız?..”
Bir yandan toplumsal cinsiyete, toplumsal cinsiyet diyemediğimiz bir ülkede yaşadığımızın, eğitim fakültelerinde bu tür bir eğitimin verilmediğinin, öğretmenlerin kendilerini bu konuda yetersiz hissettiklerinin bilinciyle; bir yandan da belgeseldeki bir öğrencinin şu sözlerine kulak vererek devam etmek lazım: “Öğretmenler de sokaktaki insanlardan farklı olmuyorlar. Sokaktaki insanlar ne kadar homofobik, ne kadar ayrımcıysa, öğretmenler de bizim içimizden insanlar, onlar da bir o kadar ayrımcı ve şiddet uygulayan kişiler olabiliyorlar.”
Ayan’ın dikkat çektiği bir diğer önemli nokta da işte burada devreye giriyor: Öğrencilerin “kendilerini yakın hissettiği”, “destekleyici olabileceğini düşündükleri öğretmenlerin” varlığının ne kadar önemli olduğu…
Yazının başında çocuklarına sahip çıkan ailelerden bahsettik. Onlar da bu toplumun ürünü. Kendi çocuklarının kimliklerine sırtını dönmeyen, omuz veren aileler de olabiliyor demek ki. Çoğu ailenin böyle olmadığını söylemeye bile gerek yok. “Benim Çocuğum” belgeselinde aileler bir olmanın, dayanışmanın, “yalnız değilim” duygusunu yaşattığını, bunun da kendilerine güç ve cesaret verdiğini anlatıyorlar.
Bu ailelerden biz eğitimcilerin öğreneceği çok şey olmalı. İhtiyacımız olan ise önce bu konuda bilgilenmek ve algılarımızı açmak. Hem ailesinden baskı gören hem okulda dışlanan çocuklarımızın başına neler geldiğini biliyor, görüyoruz. “Benim Çocuğum” belgeseli 2010 yılında öldürülen transseksüel İrem Okan ve “koskoca dünyaya benim çocuğumu sığdıramadılar” diyen annesi Melek Okan’a adanmış.
O zaman kendimize şu soruyu soralım: Sahi koskoca okullara bu çocukları nasıl oluyor da sığdıramıyoruz?