KESK Genel Başkanı Lami Özgen ile aralarında KESK üyesi sendikaların merkez yöneticilerinin de bulunduğu 58 kişi gözaltına alındı. Daha önce yapılan operasyonlar sonucunda KESK’in 39 üye ve yöneticisi halen tutuklu. Kamu çalışanlarının üç büyük sendikal örgütünden birinin genel başkanı, bir sendika lideri bir suç örgütünün yöneticisi gibi gözaltına alınıyor. İşyeri ve evi aranıyor. Bunlar demokratik bir ülkenin değil otoriter bir rejimin manzaralarıdır.
Umarız Özel Yetkili Mahkemelerin tutuklama rutininde bir değişiklik olur ve KESK yöneticileri ifadeleri alınıp serbest kalırlar. Aksi halde aylarca neyle suçlandıklarını bilmeden ve yargı önüne çıkmadan hapis yatabilirler. Umarız bu kez öyle olmaz.
KESK Genel Başkanının gözaltına alınması bir eşiğin daha aşılmasıdır. KESK başkanı ifadesine başvurulmak üzere çağrılmamış, polis marifetiyle gözaltına alınmıştır. Velev ki hakkında suç iddiaları var. Neden gözaltı, neden tutuklama? Yüzbinlerce insanı temsil eden ve her an göz önünde olan; bakanlarla genel müdürlerle, bürokrasiyle görüşen bir sendikacı kaçacak mı, hangi delilleri karartacak? Ne bu darbe dönemi uygulamaları! İlle de yargılamak istiyorsanız çağırır ifadesini alırsınız, gerek görürseniz dava açarsınız. Kürt siyasetçi ve sendikacıları hapse tıkmak için bu ısrar neden?
Denecektir ki, hukuk devletinde kimsenin ayrıcalığı yoktur. Herkes gözaltına alınabilir. Kuşkusuz öyledir. Ancak hukukun temel ilkeleri, insan hak ve özgürlükleri hakim ve savcıları da bağlar. Hiç kimse (hukuku uygulamakla görevli olanlar başta olmak üzere) hukukun ve insan hak ve özgürlüklerinin üzerinde değildir.
KESK Genel Başkanı ve diğer KESK yöneticileri neden göz altında? Hangi suçu işlemekle suçlanıyorlar? KESK tarafından operasyonla ilgili yapılan açıklamada şu çarpıcı değerlendirmeye yer verilmektedir: “Gözaltına alınan arkadaşlarımızın ortak noktası yıllardır kamu emekçileri mücadelesinin içinde kararlılıkla yer almaları ve Kürt olmalarıdır. AKP, kendisi gibi düşünmeyen Kürt’lerin siyaset yapmasına tahammül edemediği gibi sendikacılık yapmasına da tahammül edememektedir.” Meselenin özü budur. KESK’li Kürt sendikacılar siyasal düşüncelerinden ötürü gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. Kim ne derse desin kamuoyundaki bu algı değişmeyecektir.
Devletin silahlı Kürt hareketiyle müzakere yürüttüğü, Başbakanın talimatıyla bu müzakerelere MİT müsteşarının da katıldığı devlet yetkililerince de teyit edilmişken, Kürt siyasetçi ve sendikacıların siyasal düşünce ve faaliyetlerinden dolayı göz altına alınması nasıl izah edilebilir? Bu nasıl absürd bir rejim!
KESK Genel Başkanının gözaltına alınması KESK’in kurumsal kimliğine yönelik bir girişimdir aynı zamanda. Bu tip operasyonların sendikaları ve demokratik örgütleri kamuoyu nezdinde krimininalize etmek ve yalnızlaştırmak gibi sonuçlarının olduğu unutulmamalıdır.
Bu operasyonları, KESK’in muhalif tavrı nedeniyle cezalandırılması olarak da okumak mümkündür. KESK, AKP hükümetinin uygulamalarına karşı en dinamik muhalefet odaklarından biridir. 4+4+4 yasasına, göstermelik toplu sözleşmeye karşı en kararlı muhalefet KESK’ten gelmişti. 23 Mayıs grevinin omurgasını KESK oluşturmuştu. KESK 1990’lı yıllardan bu yana Türkiye’de demokratik kamu çalışanları sendikacılığının başını çeken örgüttür. Bugün pek revaçta olan yandaş sendikacıların sendika lafından ürktüğü zamanlarla, KESK bu ülkede kamu çalışanları sendikalarını örgütlemişti.
KESK Genel Başkanının gözaltına alınmasının siyasi sorumluluğu hükümete aittir. Özel yetkili ve olağanüstü yargı makinesi değiştirilmediği sürece de böyle olmaya devam edecektir. Dileriz bu operasyon, özel yetkili yargı rejimine son verilmesi konusunda bir uyarı olur.
KESK Genel Başkanının gözaltına alınması yeni bir eşiğin aşılmasıdır. Böylesi en son 12 Eylül günlerinde yaşanmıştı. Başta DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk olmak üzere çok sayıda DİSK yöneticisi gözaltına alınmış, işkence görmüş ve tutuklanmıştı. En son 12 Eylül savcıları bir sendikal konfederasyonun başkanını gözaltına aldırmış ve yine 12 Eylül’ün yargıçları onları tutuklamıştı.
12 Eylül’ün meşhur askeri savcısı Süleyman Takkeci'yi hatırlayacaksınız. 1981'de hazırladığı 900 sayfalık evlere şenlik bir DİSK iddianamesi vardı. Başta DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk olmak üzere 52 DİSK yöneticisini "Marksist-Leninist illegal bir ihtilal örgütünün üyeleri” olmakla suçluyor ve idam sehpaları kurularak çamaşır asılır gibi asılmalarını istiyordu. İddianamede yer alan deliller DİSK’in sendikal faaliyetlerine ilişkindi. Ama o mahir savcı bu faaliyetlerden DİSK'in Anayasal düzeni zorla yıkmayı, hükümeti devirmeyi hedefleyen illegal bir ihtilal örgütü olduğu sonucunu çıkarmıştı.
Askeri savcı DİSK’in 2. Ören toplantısında alınan kararlar için akıllara durgunluk veren şöyle bir değerlendirme yapıyordu: "Genel grev ve eyleme yönelik çalışmalar cümlesinden olarak hazırlanacak program çerçevesinde gerçekleştirilecek eylemlere yasal gerekçe hazırlamak ve eylemlerin yasal geçerliliği konusunda kamuoyu oluşturmak amacıyla hukuk çalışmalarının yapılmasının dahi düşünüldüğü görülmüştür.” (DİSK İddianame, s. 441-442). Çalışanların çıkarlarını korumaya yönelik eylemlerin hukuki çerçevesini hazırlamak bile suç sayılmıştı. Ve daha ne absürt suçlar imal edilmişti. Deliller arasında oldukça eğlenceli şeyler vardı. Yasal mitingler, grev resimleri, Dostlar Tiyatrosunun bir pankartı vb. Bugünün iddianamelerine ve gözaltına gerekçelerine bakıldığından da temel zihniyetin çok değişmediği görülüyor.
DİSK Genel Başkanı Baştürk’ün idamını isteyen savcılara “siz ancak benim ceketimi asabilirsiniz” dediği anlatılır. Tarih Baştürk’ü haklı çıkardı. Herkes onları 12 Eylül’e karşı başları dik, onurlu insanlar olarak hatırlıyor. O meşum iddianameyi hazırlayanlar ise 12 Eylülle birlikte lanetleniyor.
Tekerrür etmesin diye tarih, herkesin ama herkesin tarihten ders çıkartmasında yarar var...
Yüzbinlerce KESK üyesinin hissiyatı ile bitireyim: Sendikama dokunma!