Lisede matah bir öğrenci değildim, çeşitli okulları dolaştım. Beyaz Türk ailelerin çocuklarını gönderdiği yerlerdi bunlar. İstanbul Erkek Lisesi de vardı içlerinde, Etiler Lisesi de. Politika çok az konuşulurdu. Ama her sınıfta bir iki devrimci, bir iki ülkücü eksik olmazdı. Fakat lisede hiç İslamcı tanımadım. Dindar öğrenciler tabii ki vardı ama dünyaya ve siyasete İslami esaslarla bakan yoktu. İslamcılarla hayatımda ilk kez İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde karşılaşacaktım...
Siyasal Bilgiler, devletin gelecekteki yöneticilerinin yetiştiği yerdi. Kaymakam veya müfettiş yardımcısı olarak başlayıp valiliğe, müsteşarlığa kadar tırmanma yolunuz açıktı. En azından kağıt üzerinde. 12 Eylül'ün etkileri sürüyordu, dönemin resmi ideolojisi, Türk-İslam senteziydi. Bunun etkisiyle Siyasal Bilgiler'in sıralarını, şu veya bu İslami eğilimdeki öğrenciler doldurmuştu. Nakşibendiler, Süleymancılar, gelecekte FETÖ'ye dönüşecek olan Fethullahçılar, "Büyük Doğu"cular, siyasal İslam yanlıları…
Sadece onlar değil tabii, mahut miktarda ülkücü, bir avuç devrimci ve okuldan arta kalan zamanlarını kahvede okey oynayarak geçiren apolitik gençler... Onlar da vardı. Ama İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde ezici çoğunluk, tartışmasız, İslami eğilime sahip olanlardaydı.
Buraya kadar yazdıklarımdan, İslami eğilimdekileri ötekileştirdiğim anlamı çıkmasın. Bazılarıyla iyi arkadaş oldum. Asıl meselenin İslamcı ya da solcu olmak değil, dürüst, vicdanlı ve demokrat olmak olduğunu gördüm. Vicdansızlar her kesimde vardı. Demokrasiyi şu veya bu menzile varınca inilecek tren olarak görenler de…
"Beyaz Türk" liselerinden mezun gençler Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne neden gelmedi? Çünkü onlar devlette yönetici olmak istemedi. İstanbul Erkek Lisesi'nden arkadaşlarımın çoğunluğu tıp fakültesine girdi. Birkaç kişi bilgisayar ya da endüstri mühendisi oldu. Ama hiçbiri devletin valisi, müsteşarı olma hayali kurmadı. Yazının odak noktası bu değil ama geçerken bu konuya bir parantez açmakta yarar var. Zaman zaman alıntı yaptığım iktisatçı Ha-Joon Chang, bir kitabında aynı durumun bir dönem Güney Kore'de de görüldüğünü söyler. En parlak gençlerin gelir garantili işleri, çoğunlukla da doktorluğu tercih ettiği görülünce, kamu yöneticiliğinin cazibesini artırıcı önlemler alınmış. Bu önlemler işe de yaramış... Bana kalırsa Türkiye'de de devlete yönetici yetiştiren okulları, kuşağının en başarılı gençleri tarafından tercih edilen yerler haline getirmek lazım. Ama tabii o zaman tarikatlar devlette kadrolaşma imkanını yitirir. Bu nedenle böyle bir reformun yapılmasına herhalde izin verilmez.
Neyse, geçelim, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi sıralarına geri dönelim. Daha önce yazmıştım, sınıf arkadaşlarım arasında şimdinin Merkez Bankası Başkanı, 2015-2018 arasının Maliye Bakanı Naci Ağbal vardı. Bugünün AKP Genel Başkan Yardımcısı, eski İçişleri Bakanı ve Diyarbakır Valisi Efkan Ala da benimle aynı yıllarda Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeydi. Yakın dönemin bir başka İçişleri Bakanı ve eski Vali Selami Altınok da benden bir sınıf üstteydi...
Bu isimlerin üniversite yıllarında dindar, İslami eğilimleri güçlü öğrenciler olduğunu söylememe herhalde gerek yok. Bunun olumsuz bir şey olmadığını, önemli olanın vicdanlı, dürüst ve demokrat olmak olduğunu biraz önce söylemiştim…
Ama yine de sormamız gerek: Devlette neden sadece dindarlar yükseldi? Valiler, müsteşarlar neden hep onlardan çıktı?
Bir nedenini yukarıda gördük: Beyaz Türklerin çocukları devlette yönetici olmak istemedi. Onların aklı, başta doktorluk, geleceği sağlam işlerdeydi... Kaymakamlık hayaliyle Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne gelen sol eğilimli gençlere gelince… Onlar Türk-İslam sentezi ideolojisinde kendilerine yer olmadığını görünce "boş hayallere" kapılmaktan vazgeçtiler. Bazıları bankacı oldu, bazıları gazeteci. İnşaatçı olan, yayınevi kuran da çıktı.
Fark etmemiş olabilirsiniz, AKP öncesi dönemden söz ediyorum. Solcular, devlet nezdinde bugün olduğu gibi o gün de sakıncalı vatandaşlardı.
Merkez sağ-merkez sol eğilimde olanlardan ise devlete giren, kaymakam, müfettiş vb. olanlar, evet oldu. Ama bugünden geriye bakınca şunu görüyorum: Hiçbiri çok fazla yükselemedi.
Bunun sebeplerini, biz üniversitedeyken İslami hareketin etkili isimleri arasında yer alan, bugün AKP'ye muhalif konumda bulunan bir sınıf arkadaşımla konuştum. O, devlette dindarların yükselmesini, merkez sağ eğilimlilerden daha farklı, daha "insani" bir yöneticilik anlayışını temsil etmelerine bağlıyor. Örnek olarak da Efkan Ala'nın Diyarbakır valiliği döneminde, "Cama gelsin, cana gelmesin" diyerek devletin ceberrut değil insani yüzünü öne çıkarmasını gösteriyor. Bununla birlikte 2002'de AKP'nin iktidara gelmesinin İslami eğilimli bürokratların yükselmesinde pay sahibi olduğunu da kabul ediyor... (Devletin ceberrut yüzünün kısa bir dönem kaybolur gibi olduktan sonra eskisinden de beter şekilde dönmesi ayrı mesele.)
AKP döneminde şu veya bu İslami kökenden gelen bürokratların önündeki kapılar ardına dek açıldı, diğerlerinin kapandı. Ama "makbul bürokrat" tanımı, AKP'nin icat ettiği bir şey değildi, daha önce de vardı. Liseyi Niğde ve Burdur'da yatılı okuyan, kaymakam olmak için Siyasal Bilgiler'e gelen (Hafızasının gücüyle beni her zaman şaşırtmış olan) arkadaşım, sol eğilimli olduğu için devletin kendisini düşman gördüğünü fark ettiğinde iktidarda AKP değil merkez sağ koalisyonlar bulunuyordu. Türkiye Cumhuriyeti devleti bugün olduğu gibi o gün de "makbul vatandaş"-"makbul olmayan vatandaş" ayrımı yapıyor, makbul olmayanlara kuşkuyla ve düşmanca bakıyordu.
Artık başlıktaki soruya gelebiliriz: Devlette neden sadece dindarlar yükseldi? Devleti neden onlar yönetiyor? Bu soruyu Ağbal ve Ala'dan bağımsız, genel bir durum olarak soruyorum. (Ağbal ve Ala'nın yöneticilikleri hakkında biraz önce söz ettiğim gibi olumlu şeyler duydum. Özellikle Ağbal'ın akçeli işlerden uzak durmasını metheden çoktur.)
Gördüğümüz gibi bunda AKP'nin de payı var ama esas mesele daha derinde. Devletin bürokrat adaylarına, "Kabiliyetli mi, bilgili mi?" diye değil, solcu mu sağcı mı, Alevi mi Sünni mi, "monşer" mi dindar mı, diye bakmasında.
Cumhuriyetin eşitlik ilkesinin bu topraklarda işlememesinde.