Başörtülüler kazanımlarını kaybedecekler korkusunu aşabilsinler gerekçesiyle Kılıçdaroğlu ve CHP’nin yaptığı hamle döndü dolaştı, Altılı Masa'nın şimdiye dek yaşadığı en ciddi gerilime dönüştü.
Kılıçdaroğlu bu tartışmayı açacak yasa teklifini verirken ne düşündü bilinmez. Anlamaya çalışarak bakarsak, bir yandan partinin milletvekillerinin tümünün imzasıyla verilen teklif, uzun süredir bireysel söylemlerde vücut bulan açılımın kurumsal sahiplenişiydi denebilir. Başörtüsü meselesinde CHP, Kılıçdaroğlu’nu da aşarak, kurumsal olarak önceki yıllardaki pozisyonunu değiştirmiş oldu. İkinci hedef olarak Kılıçdaroğlu masadaki muhafazakâr dünyadan oy almaları beklenen ortaklarının elini rahatlatmayı hedeflemiş olabilir.
Olumsuz tarafı için söylenebilecek yine iki nokta var. Teklif Kılıçdaroğlu ve CHP’nin bir özgürlük manifestosuna yaslanıyor, tüm özgürlükleri kapsıyor değil, o nedenle eksik ve sorunlu. İkincisi, daha birkaç gün önce Altılı Masa anayasaya dair temel ilke ve hedeflerini açıklamışken, o önerinin neresine denk düştüğü belli olmayan, masadaki ortaklara danışmadan yapılan hamle siyasi strateji ve taktik olarak zaten yanlış.
Erdoğan bu teklifi aldı, kendi deyimiyle “pası kaçırmadı” ve sorunlu bir anayasa teklifine dönüştürdü. Üstelik başlangıç hatasını Kılıçdaroğlu yapmış olsa da diğerleri de ondan geri kalmadı ve tek tek teklifi onaylayabileceklerini ilan ettiler. Şimdi herkes Altılı Masa'nın ortak tavrının ne olacağını bekliyor. Deyim yerindeyse, sorunu başlatan Kılıçdaroğlu şimdi çıkış için de bir yol bulmak zorunda. Karşımızdaki meselenin tartışmaya değer iki yönü var. Birincisi yol ve yönteme yani siyasete dair olan kısmı, diğeri içeriğe dâhil olan kısmı.
Benim tezim bugün, seçime dört veya beş ay varken, bir anayasa değişikliğinin doğru ve hatta siyasi ve toplumsal açıdan meşru olmadığı… Ülke merkezileşme ve keyfileşme nedeniyle müthiş bir kurum ve kural yıkımı yaşarken, doğru ve gerekli olan seçim kampanyasının yeni bir anayasanın ilke ve hedeflerini tartışma temelli olmasıdır. Hemen her hafta değindiğim gibi önümüzdeki mesele yalnızca bir cumhurbaşkanı seçmek değil toplumsal uzlaşmaya dayalı yeni bir düzen kurmaktır. Bir medeniyet tercihi meselesidir. Kurumları, kuralları olan toplumsal uzlaşmaya dayalı bir hayatı mı keyfiliğe, kuralsızlığa, hesap vermezliğe, merkeziliğe, tektipliliğe, adaletsizliğe dayalı bir hayatı mı istiyoruz?
Önümüzdeki dört beş ay partiler, ittifaklar kendi önerilerini anlatsınlar topluma ve o önerileri tartışarak seçime gidelim. Korkularımızı değil ihtiyaçlarımızı, taleplerimizi, umutlarımızı oylayalım. Toplumun seçimi bekleyemeyecek kadar acil bir başörtüsü sorunu yok ki.
Kaldı ki bugünün dünyasında toplumların, bilenlerin ya da siyasi liderlerin yazacağı bir anayasaya değil kendisinin tartışarak, bilerek, anlayarak, uzlaşarak yapacağı bir anayasaya ihtiyacı var. Yalnızca Türkiye değil, hemen her ülke ve toplum için de böyle. Nitekim Şili örneği daha altı ay önce yaşandı. Toplumun dâhil edilmediği bir süreçle yazılan, siyaset bilimcilere göre dünyanın en ileri anayasa metni olduğu söylenen anayasa halk oylamasında reddedildi. Bugün toplumsal uzlaşma süreçlerine dayanmayan hiçbir kurum ve kural değişikliği kadim sorunlarımızı çözemez.
Toplum açısından bugün başörtüsü sorunu çok büyük ölçüde aşıldı. Başörtüsü meselesi üzerine bu topraklarda ve bu gök kubbe altında söylenmemiş söz kalmadı. Meselenin laiklik, toplumsal cinsiyet eşitliği, ahlaki ya da siyasi yönü üzerinde yeterince tartışıldı ve aşıldı. Aşıldığı içindir ki her istediğini istediği için yapabilen yirmi yıllık iktidar bile bu meseleyi öncelemekten vazgeçti. Şimdi gündeme gelişi bir ihtiyaca cevap üretmek değil altılı masaya karşı bir siyasi tuzak fırsatı bulduğu için. O nedenle teklifin içeriği kadar zamanı, biçimi, yöntemini tartışmak ve bunları dikkate alarak pozisyon üretmek gerekli.
Teklifin genel bir özgürlük meselesine değil yalnızca başörtüsü meselesine dayanması bile meselenin özgürlükler meselesi olmadığının delili zaten.
Toplum bu meseleyi aştı derken, bir temenniden değil somut araştırma bulgularından söz ediyorum. Toplum gecikmiş bir modernleşme, kentleşme, metropolleşme süreci yaşıyor ve gecikmenin telaşı ve kutuplaşmalar, ortak ufku ve biz duygusunu kaybetme nedeniyle de savruk yaşıyor. Bu hızlı dönüşüm süreci özellikle bireysel hayatlarda, bireysel tutum ve davranışlarda çok hızlı iken hukukun, kurum ve kuralların hızla gerilediği ortak hayat alanlarında belki daha yavaş ya da daha az görünür oluyor. Yine de toplumsal cinsiyet eşitliği ve başörtüsü meselesi hem bireysel hayatlarda hem de ortak hayat alanlarında beraberce ve hızlıca değişiyor.
KONDA araştırması bize ne söylüyor?
KONDA Hayat Tarzı araştırmaları 2008’den bu yana periyodik olarak üç veya dört yılda bir tekrarlanıyor. En sonuncusu 2022 Haziran ayında gerçekleştirildi. Bu araştırmalar hem çok geniş bir demografik ve kültürel, sosyolojik aidiyet bulgularını hem de geniş bir değerler setini içeriyor. Bir yandan oldukça geniş bir gündelik hayat tercih ve alışkanlıkları, diğer yandan birçok meseleye dair fikri ve siyasi pozisyona dair bulguları gösteriyor. 2008-2022 bulgularını kıyasladığımızda bile toplumun ne denli demografik, fiziki, zihni, siyasi ve kültürel değişim içinde olduğunu görüyoruz. Asıl olan da değişimin iktidarın ve bazılarının arzuladığı ya da sandığı gibi değil insanlığın evrensel kazanımlarına doğru ve paralel olduğu… Üstelik değişimin ayrışmalara, kutuplaşmalara, muhafazakârlığa, milliyetçiliğe doğru değil ortaklıklara, çoğulculuğa, bir aradalığa doğru olduğunu da not edeyim.
“Bir erkekle kadının beraber yaşamaları için dini nikâh şarttır” fikrinde olanlar 2008 yılında yüzde 79 oranındayken şimdi yüzde 68’e gerilemiş. Gençlerde bu oran yüzde 72’den yüzde 56’ya inmiş.
“Kadın çalışmak için eşinden izin almalıdır” fikrinde olanlar 2008’de yüzde 69 oranındayken şimdi yüzde 44’e gerilemiş. Gençlerde bu oran yüzde 59’dan yüzde 30’a düşmüş. “Çocuk yetiştirirken ahlak eğitiminde dinin rolü olmalı” diyenler 2008’de yüzde 80’ken şimdi yüzde 74’e gerilemiş. Gençlerde bu oran yüzde 77’den yüzde 67’ye inmiş.
“Hâkim, savcı, öğretmen, polis vs. olarak çalışan kadınlar başlarını örtebilir” fikrinde olanlar 2008’de yüzde 53 oranındayken şimdi yüzde 78 olmuş. Gençlerde bu oran yüzde 54’den yüzde 79’a çıkmış. Kolsuz bluz giyerek dışarıya çıkabilme yüzde 31’den yüzde 48’e, makyaj yapmak yüzde 36’dan yüzde 59’a çıkmış. Gençlerde kolsuz bluz giyebilme yüzde 37’den yüzde 55’e, makyaj yapabilme yüzde 45’ten yüzde 71’e yükselmiş.
Toplum metropolleştikçe, metropollerde farklılığın, çeşitliliğin içine doğan iyi, doğru, güzel tanımlarını bu farklılık, çeşitlilik içinde öğrenen insanlar bir yandan dünyevileşiyor bir yandan çoğulculaşıyor, çeşitliliğe toleransı çoğalıyor, bir bakıma demokratikleşiyor. Gençlerin yüzde 60’ı şehirler ve metropollerde doğup büyümüşken anne, babalarında bu oran yüzde 33.
Toplumun başörtüsü meselesi yok evet ama korkuları var elbette. Başörtülüler ya da daha geniş olarak dindarların bir kısmında gerçekten bu iktidar döneminde ekonomik, siyasal ya da kültürel kazanımlarını kaybetmek korkusu var. Öte yandan hayat tarzının baskı altında olduğu korkusunu yaşayan sekülerler de özgürlük alanları her geçen gün daralan tüm kesimlerin de korkuları var. Siyasetin işi korkuları değil ihtiyaçları, talepleri, umutları örgütlemek. Korkuları yarıştırarak siyaset üretemeyiz. Birbirimizin korkularını, acılarını, yaslarını, kayıplarını, yaralarını anlayarak, dinleyerek, temas ederek, söyleşerek, ilişki ve diyalog zeminlerini çoğaltarak bu meseleleri halledebiliriz. Eğer kurum ve kural değişikliklerini konuşacaksak hepimizin, herkesi ortak hayatındaki özgürlüklerini, korkularını dikkate alarak ortak kurum ve kuralları konuşabiliriz.
Yeterince yol geldik, yeterince neler olmayacağını denedik, şimdi olması gerekenleri gerçekleştirmenin zamanı. Bunun da yolu siyaset. Altılı Masa ya da genel olarak muhalefet partileri bunları topluma anlatamayacaklarsa, kendi seçmen tabanlarına bile ortak hayatın gerekleri yönünde değişim dönüşüm liderliği yapamayacaklarsa, geleneksel siyasi alışkanlıklarının dışına çıkamayacaklarsa, kimliklere sıkışma, çatışma ve birbirinin bileğini bükme, birbirine tuzak kurma siyaseti dışına çıkamayacaklarsa vay halimize, vay geleceğimize.
Anayasa önerisi hakkında EŞİK Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun kamuoyuna açıklanan değerlendirmesinde şu noktalar dikkate değer:
“… İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede, bir kişinin kararıyla çekilme kararı verenler ve sayısız insan, kadın ve çocuk hakları ihlallerinin doğrudan sorumluları ile ne Anayasa, ne de herhangi bir yasa yapılamaz. Özgür ve demokratik bir tartışma ortamı yokken, yargı bağımsızlığına güven yitirilmiş, yargı, muhalifleri hapis cezaları ya da siyasi yasaklarla susturmanın temel araçlarından biri haline getirilmişken; bu ülkede bir Anayasa tartışması yapılamaz.
…. Sanatçı Gülşen örneğinde olduğu gibi, dini konular söz konusu olduğunda özrü dilenmiş bir şaka için dahi insanların hapse atıldığı; dinle ilgili konuları özgürce tartışmanın imkânsız kılındığı; devlet politikası ve bütçesinin Diyanet İşleri Başkanlığı ağırlıklı belirlendiği; LGBTİ+lara ve kadın örgütlerine karşı devlet destekli gösterilerle nefret kampanyaları yürütülen bir ortamda herhangi bir Anayasa tartışması mümkün değildir. Anayasa’nın 24’üncü maddesine yönelik değişiklik önerisi, başörtüsüne güvence getirme teklifi değil; laikliği ve eşitliği yok etme teklifidir.
… Bu fıkrada “kadının başının örtülü veya açık olması” ibaresi ile Anayasa’ya kıyafet üzerinden dini bir referans eklenmiş oluyor ve anayasal laiklik ilkesi açıkça ihlal ediliyor.
… Teklifte yaş belirtilmediği için kadınların dini kıyafetlerinin “hiçbir surette engellenememesi” ibaresinin kız çocuklarının peçe ve burka dâhil dini kıyafetlerle okullaştırılmasının da önünü açıyor. Teklif ile 41’inci maddenin adına “evlilik birliği” eklemesi yapılmakta ve 1.Fıkrası’nın şu şekilde düzenlenmesi teklif edilmektedir: Aile Türk toplumunun temelidir. Evlilik birliği, ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir ve…” Teklifteki, aile “…ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir” ifadesi, fiilen bir aile tanımı yapıyor, böylece başka türlü ailelerin, örneğin çocuğu ile yalnız yaşayan kadın ya da erkeğin aile kabul edilmemesi ve böylece kadınların boşanmasını ya da yetişkin kadınların bekâr yaşamasını zorlaştırıcı uygulamalara yol açma tehlikesini getiriyor.
Teklifin genel gerekçesinde, “insan tabiatına uygun bir birliktelikle, bu bağlamda iki ayrı cinsiyetin yani kadın ve erkeğin evlilik yoluyla kurduğu aile” ifadesine yer veriliyor. Böylece “insan tabiatına uygunluk” ifadesi Anayasa’ya giriyor; böylece hiçbir bilimsel ve hukuk normuna sığmayan, bilimi ve eşitlik ilkesini tanımayan “fıtrat” anlayışına yasal meşruiyet sağlanmaya çalışılıyor. Bu da, kadınların ve erkeklerin “tabiatlarından” veya “fıtratlarından” kaynaklı farklılıklarına, rollerine, görevlerine yani eşitlik karşıtı girişimlere kapı açma riskini barındırıyor. Böylece kadınlarla erkekler arasında yaratılış farklılıklarına işaretle, eşitsizlik politika ve propagandaları için zemin hazırlanıyor. Aynı zamanda da cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği nedeniyle ayrımcılık ve nefret suçlarının önü açılıyor.”
EŞİK açıklamasının tümüyle ve yürekten katıldığım vurgusu ise şöyle: “Kadınların kıyafetine ilişkin düzenlemelerin yeri anayasalar değildir. Anayasalar insanların kılık kıyafeti ile uğraşmazlar.” Şimdi hamle sırası başta da değindiğim gibi Kılıçdaroğlu ve CHP’de. Bir kez daha iktidarın çizdiği zihni sınırların içinde mi kalacaklar yoksa o sınırları aşabilecekler mi? Ya da dokunulmazlıkların kaldırılması meselesinde olduğu gibi “anayasaya aykırı ama evet” gibi bir yola mı girecekler göreceğiz.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı